1 Eylül 2018 Cumartesi

Bağdat’ta Hükûmet Kurma “Çekişmesi”

(Toplumsal Özgürlük, Eylül Ekim 2018 sayısı)

12 Mayıs’ta gerçekleşen Irak milletvekili seçim sonuçları, nihayet Ağustos ayı sonunda Irak Federal Yüksek Mahkemesi tarafından onaylandı. Onaylanan sonuçlarla Mukteda es-Sadr’ın öncülüğündeki ve Irak Komünist Partisi’nin de bileşeni olduğu Sairun koalisyonun 54 vekillikle birinciliği, Haşdi Şabi’nin öncülüğündeki Fetih’in 48 vekillikle ikinciliği, Başbakan İbadi’nin Nasr’ın 42 vekillikle üçüncülüğü kesinleşmiş oldu. Böylece hükûmet kurulma çalışmaları “resmen” başlamış oldu. 

Çekişme ve rekabet 

Fiilen seçim öncesinde başlamış olan hükûmet kurma çalışmaları, aylardır “çekişmeli” bir şekilde devam ediyor. Çekişmenin iç boyutunu koalisyonlar arasındaki “rekabet”, dış boyutunu İran ve ABD çekişmesi oluşturmakta. 

Seçimi ilk üç sırada tamamlayan gruplar arasında kurulacak hükûmetin yapısı konusunda anlaşmazlıklar bulunuyor.

Sadr Kürtleri ve Sünnileri de gözeten, dengeli ve Irak vurgusu öne çıkan bir hükûmet yapısı isterken; Fetih Şii’leri esas alan ve çubuğu İran’a büken bir hükûmeti arzuluyor. Nasr ise İbadi’nin başbakanlığını önceleyen, İran’ı gözeterek çubuğu ABD’ye büken bir yapıyı murat etmekte. 

İbadi, Amiri, Sadr 

Nitekim bu doğrultuda harekete ilk geçen İbadi oldu. Haydar İbadi hem Haşd Şabi’nin başkanlığını hem

de Irak Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini yürüten ve Nasr’ın kilit isimlerinden olan Feyyad’ı görevinden alarak iktidarı bırakmayacağını gösterdi.

İbadi’nin bu hamlesine Fetih grubunun lideri Amiri ile İran büyük tepki göstererek İbadi ve Nasr’ın olacağı bir hükûmete katılmayacaklarını bildirerek bütün Şii gruplara birleşme çağrısı yaptı. Fakat bu çağrı Iraklı Şii dini lider Sistani’nin, başta İbadi ve Amiri olmak üzere, adı geçen bütün başbakanlık adaylarını reddetmesi ile sekteye uğramış durumda. 

Kürtler ile Sünnilerin de hükûmette olması gerektiğini vurgulayan Sadr iseKDP, KYB gibi Kürt partileri ile çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu Vataniye ittifakı ile görüşerek “Irak” hükûmeti kurma konusunda ısrarcı. 

Irak halkı belirleyici 

Irak üzerindeki Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile IŞİD’le mücadele koordinatörü Brett McGurk’te simgeleşen İran-ABD savaşı hükûmet kurma çabalarına yansımış durumda. ABD İbadi’nin başbakanlığında, iran ise Fetih’in öncülüğündeki bir hükûmet oluşturulmasında ısrarcı. Bu durum Sadr’ı kilit konuma getiriyor. Sadr ise Amiri ile görüşmesinin ardından Sairun ile Fetih Koalisyonu’nun büyük koalisyonu oluşturarak, hükûmeti kurması konusunda fikir birliğine vardığını ilan etti. Böylece Sadr ABD’ye karşı bir zeminde fakat İran’a da tabi olmadan ve seçimde kazandığı inisiyatifi kaybetmeden hükûmetin kurulması yönünde önemli bir adım atmış oldu. Fakat Sadr’ın bütün Iraklıları kapsayan ve İran etkisinden olabildiğince uzakta bir hükûmet kurulması konusunda diretmeye edecek olması, bu “adımın” alacağı şekli belirleyecektir. Hükûmet kurma hamlelerinin yanı sıra Irak halkının Irak’ın zengin petrol kaynaklarına sahip Basra kentinde ilk olarak 8 Temmuz’da başlayan, 3 Eylül’den itibaren tekrardan ortaya çıkan ve diğer kentlere de yayılan kitlesel gösteriler sürüyor. Su ve elektrik kesintilerine karşı başlayan bu gösteriler, Irak halkının acil ihtiyaçlarını elde etme konusunda kararlı bir direnişi sürdüreceğine işaret ediyor. 

Böylece Irak’ta iktidarda kimin olacağı konusunda hükûmet oluşturma hamleleri kadar yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı sokağa çıkmaktan imtina etmeyen Irak halkı da belirleyici olacaktır. 

İdlib’te Gerilim Had Safhada

(Toplumsal Özgürlük, Eylül Ekim 2018 sayısı)

Suriye’deki savaşın İdlib’te açılan son perdesi, gerilimin yüksek olduğu bir seviyede devam ediyor. 7 Eylül’de gerçekleştirilen Tahran Zirvesi, beklenenin aksine gerilimin düzeyinin inmesine ilaç olamadı. Nitekim zirveden sonra bölgesel ve küresel güçler, silahlarının namlularının temizliğini bitirerek ateşe hazır hale getirerek yüksek gerilimin esas müsebbipleri olduklarını gösterdiler. 

Eller tetikte 

İdlib’in “ılımlı” muhalifinden selefi cihatçısına kadar bütün Esad karşıtların biriktiği son havuz olması, savaşın taraflarının “sert” olmalarına neden olmakta. ABD’den AB’ye, Türkiye’den Suudi Arabistan’a kadar çeşitlilik gösteren Esad karşıtı “koalisyon” İdlib’in kesinlikle düşmemesi konusunda hemfikirken, Rusya, İran ve Çin ise zaman kaybetmeden İdlib’tekilerin temizlenmesinden yanalar. Ve iki taraf da “kararlılıklarını” sahadaki askeri güçlerini arttırarak göstermekteler. 

ABD-AB, İdlib’e yönelik kimyasal bir saldırı olduğu takdirde saldıracağını açıklamakla birlikte Akdeniz’deki savaş gemilerini arttırdılar. Buna karşılık Rusya da Akdeniz’deki askeri varlığını arttırmakla birlikte “kimyasal saldırı mizansenine” karşılık Suriye’yi savunacağını bildirdi. 

Türkiye de gözlem noktalarındaki askeri varlığını büyütmekle birlikte, yerel kaynaklara göre İdlib’teki silahlı güçlere de cephane desteği sunmakta. İran ve Suriye de on binleri bulan seçkin kuvvetlerini çatışma bölgelerine yığmış durumda. 

Herkes kazancının derdine 

“Tetiklere” uzanmanın bir diğer nedeni ise elde edilecek “kazanç”.

ABD, İdlib’ten sonra sıranın kendi üslerine geleceğini ve böylece Orta Doğu’daki varlığının tehlikeye gireceğini öngördüğü için İdlib sürecinin olabildiğince uzatılmasından yana. Ayrıca bu sürecin uzatılması ile ABD, kendisinin bölgeye kök salmasını ve tekrardan “muhalif ” güçlerin konsolide etmesini de sağlayacak süreyi “kazanmayı” hedefliyor. 

Rusya ve Çin için ise öncelik, İdlib’teki Uygur ve Orta Asyalı cihatçıların kendi topraklarına dönmeden temizlenmeleri. Bu iç güvenlik “kazancının” yanı sıra İdlib’in temizlenmesi ile iki ülke savaştan sonra Suriye’de elde edecekleri “kazanca” bir an önce kavuşma arzusundalar. 

İran ise ABD’nin izole etme çabalarına karşılık hem kendi etki alanını hem de müttefiği Esad’ın alanını genişletmek ve derinleştirmek için İdlib’e yönelmiş durumda. İran, İdlib’ten sonraki hedefinin Fırat’ın doğusundaki ABD olacağını açıklayarak da Suriye’deki “kazancını” korumaya kararlı olduğunu ifade ediyor. 

Türkiye ise İdlib’teki kontrolünü kaybetmemek, İdlib’ten sonra sıranın Afrin, Bab ve Cerablus’taki “kazançlarına” gelmemesi için operasyonu olabildiğince erteletmeye çalışmakta. Diğer yandan da İdlib’teki grupları Fırat’ın doğusuna yönlendirmeye çalışarak “kazancını” büyütme amacında. 

Cihatçılar ne olacak? 

Herkes hesabını yapadursun, sayıları on binlere varan cihatçılar da kendi hesaplarını yapmaktalar. Kaçacak başka bir İdlib’in olmaması bu cihatçıların her birinin ölüm makinesine dönmesine neden olmakta. 

Bunun farkında olan güçler ise bu “makineleri” olabildiğince kendi kazançları doğrultusunda bir diğerine karşı yönlendirmeye çalışmaktalar. 

Dolayısıyla önümüzdeki süreçte İdlib’te oluşacak sonuçta bölgesel ve küresel güçlerin “silahları” kadar bu cihatçıların nereye yönlendirileceği belirleyici olacak. 

Eksen Krizinden Var Oluş Krizine

(Toplumsal Özgürlük, Eylül Ekim 2018 sayısı)

Rahip Brunson’un serbest bırakılmaması, F-35’lerin verilmesinin durdurulması ve dolar kurunun yükselmesi ile artan Türkiye ve ABD arasındaki “gerilim”, eksen tartışmalarını tekrardan gündeme getirdi. Son 10 yıldır gündemden eksik olmayan eksen tartışmaları Türkiye’nin, bir yandan Rusya-Çin-”Doğu” eksenine doğru kopuş emareleri gösterir gibi olsa da ABD-AB-”Batı” eksenine olan bağımlılığını da ortaya koyuyor. 

”Pay” meselesi 

“Batı’ya” daha yakın olmak için Fazilet Partisi’nden ayrılanlar tarafından kurulan AKP, Kemal Derviş’ten miras aldığı ekonomik program ile bu yakınlığını göstermişti. Bu program ile emekçiler ücretlerin düşürülmesi ile büyük hak kayıplarına uğrarken Türk burjuvazisi “altın çağı” yaşamıştı.

Bu altın çağ ile önemli miktarda sermaye birikimi sağlayan Türk burjuvazisi, yeni pazar arayışlarına girmiş ve bu doğrultuda neo-Osmanlı fantezisiyle Orta Doğu pazarına yönelmişti. Arap Baharı ile de çakışan bu süreç Tunus ve Mısır’da yeşermeden solmuş, Suriye’de ise bataklığa saplanmış durumda. 

“Altın çağını” Batı’dan gelen sıcak parayı inşaat gibi talan ve vurgunun en yüksek olduğu alanlara “yatıran” Türk burjuvazisi, böylece Batı’ya olan bağımlılığını arttırmış, diğer yandan da sıcak paranın bedelini Orta Doğu’da yapacağı talan ve vurgun ile kapatmak istemiştir. Fakat Suriye’deki bataklık bu imkânı azaltmakla birlikte başka bir şans sunmuyor. 

Dolayısıyla Türkiye, Batı’dan aldığı sıcak paranın bedelinin ödememek için Suriye’deki pastadan pay almak zorunda ve pasta da Rusya’nın elinde. 

Özerk alan ve dengeler 

Her ne kadar Türkiye Batı’yla simbiyotik bir ilişkiye sahip olsa da emperyal güçler arasındaki çatlaklar, Ankara’nın Rusya’nın elindeki pastadan payı alabilme umudu taşımasına yol açıyor. 

2008’den bu yana süregelen ve uzun bir süre daha süreceği öngörülen kapitalizmin yapısal krizi, emperyal güçler arasındaki çatlakların daha da büyüyeceğini muştuluyor. Bu da alt-emperyal bir güç olmak isteyen Türkiye gibi ülkelerin bu çatlaklardan sızarak kendilerine görece “özerk” birer alan yaratmalarını sağlıyor. 

Türkiye ise bu “özerk” alanı kendi ekonomik, askeri, siyasi gücüyle yaratarak değil, emperyal güçler arasındaki dengelerden yararlanarak yaratmaya çalışıyor. 

Rus uçağı düşürüldüğünde NATO sınırlarının korunması çağrısı yapan, ABD Rojava’ya girdiğinde ise Rusya ve İran ile Astana sürecine yönelen Ankara, ABD’nin Patriot ve F-35 yaptırımları sonucundaki kayıplarını Rusya’dan S-400 ve Sukhoi’ler alarak ikame etmeye yönelmekte. Diğer yandan ABD’nin ekonomik yaptırımlarına karşılık ise Almanya ile ilişkileri tekrardan canlandırmaya çalışan Türkiye, Çin’den de “yatırım” çekme uğraşında. Böylece dış güçlerin ekonomik saldırılarına karşı dayanıklılığın “artacağı” hesaplanıyor. 

Avantaj-dezavantaj 

Kapitalizmin yapısal krizi sonucunda kendi gündemleri ve güçleri doğrultusunda öne emperyal güçlerin Orta Doğu’da bulunmaları, Türkiye’nin bu güçlerin arasındaki çatlaklardan sızmasında oldukça büyük bir “avantaj” sağlıyor.

Fakat bu “avantaj”, Türkiye’nin kendi gücünden çok “dengelerden” faydalanmaya yönelmesinden dolayı giderek “dezavantaja” dönüşmekte. 

Türkiye’nin bu yönelimin farkında olan emperyal güçler, hem Türkiye’yi güncel konjonktürde yönlendirip azami fayda sağlamaya hem de uzun vadede zayıf düşecek “hasta adam”dan paylarını alabilmenin hesaplarını yapmaktalar. 

Hesaplar-hedefler 

“Batı” Türkiye’yi bir koçbaşı gibi Orta Doğu bataklığında kullanarak kendilerine alan açmaya amaçlamakta. Türkiye’nin Batı’ya olan bağımlılığı kullanılarak askeri ve ekonomik yaptırımlarla “çizgiler” çizilmekte, bunlara uyulmadığı takdirde de dozu arttırılan yaptırımlarla gücü yıpratılmakta. Böylece Türkiye’nin kontrol altında tutulması hedefleniyor. 

Rusya ise Türkiye’yi askeri ve ekonomik olarak “tam” anlamıyla kapsayamayacağının farkında. Bu yüzden bu süreci olabildiğince uzatıp hem “Batı” içindeki gerilimleri arttırmayı hem de Türkiye’nin gücünü sönümlendirerek Orta Doğu’daki gücünü ve nüfuzunu büyütmeyi amaçlıyor. 

Türkiye, emperyal güçlerin çatlaklarından “özerk” alan yaratmaya yönelik hamlelerine karşılık “var olduğu” alana dair hamlelerle de karşı karşıya. Bu diyalektik süreç, kendi özgücünden çok dengelere yaslanan Türkiye’nin aleyhine ilerlemekte. 

Bu aleyhteki süreç ise Türkiye’yi “Doğu”ya yöneltmekten çok “Batı’ya” olan bağımlılığını arttırıyor. Ve bu da Türkiye’yi eksen krizinden var oluş krizine yönlendiriyor. 

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...