17 Mart 2021 Çarşamba

(Çeviri) Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı ve Sınıf Mücadelesi – Rosa Luxemburg

“Almanya’da neden kadın işçi derneği yoktur? Kadın işçi hareketinden niye bu kadar az duyum alınıyor?” Almanya’da proleter kadın hareketinin kurucularından Emma İhrer, 1898 tarihli eseri “Sınıf Mücadelesinde Kadın İşçiler”ine bu sözlerle başlamıştı. O eserden sonra on dört sene daha akıp gitti ve bugün proleter kadın hareketi Almanya’da serpilip gelişmiş sayılır. 150 bine aşkın sendikalı kadın işçi ekonomik mücadele veren proletaryanın çekirdeğini oluşturuyor. Sosyal Demokrasi’nin bayrağı etrafına siyaseten örgütlü on binlerce kadın toplanıyor; Sosyal Demokrasi’nin kadın yayınının 100 binden fazla abonesi var; kadınların seçme ve seçilme hakkı talebi Sosyal Demokrasi[Alman Sosyal Demokrat Partisi kastediliyor ç.n.]’nin siyasal yaşamının gündeminde bulunuyor.

Bu olgular nedeniyle kimileri kadınların seçme ve seçilme hakkı için yürütülen mücadelenin önemini azımsayabilir. Bu kişiler şöyle düşünebiliyor: Dişi cinsin siyasal eşitliği olmadan da kadınların aydınlanması ve örgütlenmesi konusunda parlak ilerlemeler kaydettik ve kadınların seçme ve seçilme hakkı pek de acil bir zaruret değildir. Fakat böyle düşünen, bir yanılgıya yenik düşer. Kadın proletaryanın, son on beş senedeki siyasi ve sendikal yaşamı muhteşem bir şekilde sarsmasını mümkün kılan şu ki: emekçi halkın kadınları, haklarından mahrum olmasına rağmen kendi sınıfının siyasi yaşamına ve parlamenter mücadelelerine canlı bir şekilde dâhil oldular. Kadın proleterler, bugüne değin dolaylı olsa da dâhil oldukları erkeklerin seçme ve seçilme hakkından besleniyorlar. Seçim kampanyaları şu an bile işçi sınıfı kadınlarının ve erkeklerinin büyük çoğunluğu için ortaktır. Sosyal Demokratların seçmen toplantılarında kadınlar kalabalık bir şekilde, kimi zaman çoğunlukta, her zaman aktif ve coşkun bir şekilde katılan kitleyi oluşturuyor. Sağlam sosyal demokrat teşkilatların bulunduğu bütün seçim bölgelerinde kadınlar seçim çalışmalarına katılım sergiliyor. Ve kadınlar, seçim çalışmasının en önemli silahı olan bildiri dağıtımında ve sosyal demokrat basına abone kazanılmasında yer alarak en büyük katkıyı sağlıyorlar.

Kapitalist devlet, halkın kadınlarının siyasi yaşamın zahmetleri ve sorumluluklarını sırtlamalarını engelleyemedi. Hatta devletin ta kendisi onlara dernek kurma ve toplanma hakkını vererek adım adım bu olanağı kolaylaştırıp güvence altına almak zorunda kaldı. Ancak son politik hak olan oy verme hakkı, yasama ve idari kurumlara dair dolaysız etkili olup o kurumlara seçilebilir olma hakkını devlet kadınlara tanımak istemiyor. Ancak burada, toplumsal yaşamın diğer bütün alanlarında olduğu gibi şunu demek gerekiyor ki: “Başlangıçları Reddedin!” Bugünkü devlet, onları kamusal toplantılarda ve siyasi derneklerde kabul ederken, proleter kadınların zaten önünden çekilmişti. Fakat bunu kendi hür iradesiyle yapmadı, acı zaruretten, yükselen işçi sınıfının baskısı nedeniyle yaptı. Son olarak, Prusya-Alman polis devletini siyasi dernek toplantılarında ünlü “Kadın Kesimi”ni terk etmeye ve siyasal örgütlerin kapılarını kadınlara açmaya zorlayan, kadın proleterlerin bizzat ileriye doğru iten fırtınalı hareketiydi.[1] Bu şekilde süreç daha da hızlandı. Proleter sınıf mücadelesinin durdurulamaz bir şekilde ilerlemesi emekçi kadınları siyasi yaşamın anaforunun ortasına çekti. Dernek ve toplanma hakkının kullanılması sayesinde proleter kadınlar parlamenter yaşam ve seçim kampanyalarına canlı bir katılım sağladılar. Ve artık kaçınılmaz bir sonuç, hareketin mantıklı sonucu, bugün milyonlarca proleter kadın kendine güvenen ve inatçı bir şekilde bağırıyor: Kadınların seçme ve seçilme hakkı verilsin!

Vormärz[2] mutlakiyetçiliğinin güzel zamanlarında sıradan emekçi halk hakkında onun politik haklarını kullanmak için “henüz hazır olmadığı” söyleniyordu. Bugün aynısını proleter kadınlar hakkında söylemek mümkün değil, çünkü politik haklarını kullanmak için yeterli olduklarını gösterdiler. Çünkü herkes biliyor ki, onlar olmadan, proleter kadınların coşkulu desteği olmadan, 12 Ocak’ta Alman Sosyal Demokrasi’si [SPD] asla ama asla bu müthiş zaferi, bu 4,5 milyon oyu elde edemezdi. Fakat yine de emekçi halk her defasında siyasi özgürlük olgunluğunu muzaffer devrimci bir kitlesel ayaklanmayla ispat etmek zorunda kaldı. Tahttaki ilahi hak ve milletin en asi ve iyi olanları, ancak proletaryanın nasırlı yumruğunu sıkı bir şekilde gözünde, dizini göğsünde hissettiğinde, o zaman hemencecik halkın politik olgunluğuna inanmaya başladılar.

Bugün, kapitalist devlete olgunluklarını gösterme sırası proletaryanın kadınlarına geldi. Bu, tüm proleter mücadele ve baskı araçlarının kullanması gereken, süregiden, güçlü bir kitle hareketi aracılığıyla gerçekleşir.

Amaç kadınların seçme ve seçilme hakkıdır, ancak bunun için kitle hareketi yalnızca kadınların işi değil, proletaryanın kadınları ve erkekleri için ortak bir sınıf meselesidir. Çünkü bugün Almanya’da kadınların yaşadığı hukuksuzluk, halkın hayatını zincirleyen reaksiyon zincirinin sadece bir halkası ve bu reaksiyonun diğer ayağıyla yakından ilgili: monarşi ile. Elektrik ve havacılık çağında, bugünün oldukça sanayileşmiş büyük-kapitalist Almanya’sında, kadınların politik haklarından yoksun olması, tıpkı tahttaki ilahi hakların kuralı gibi eski, yıpranmış koşulların bir kalıntısıdır. Şu iki olgu da: Siyasi yaşamın egemen gücü olarak cennet enstrümanı ve ev ocağında iffetli bir şekilde kamusal yaşamın fırtınalarına, siyasete ve sınıf mücadelesine aldırış etmeden oturan kadın: Her ikisi de geçmişin çürümüş koşullarında, ülkedeki serflik zamanlarında ve şehirdeki loncalarda kök salmıştır. O zamanlar anlaşılır ve gerekliydi. Şu ikisi de: Monarşi ve kadınların haklarından yoksun olması bugün modern kapitalist gelişmeyle kökünden sökülmüş ve saçma bir insanlık karikatürüne dönüşmüştür. Bu modern durumun açıkça ısrarı ve eylemsizliği yüzünden değil ondan uzaklaşıp unuttukları için. Hayır, hala oradalar çünkü hem monarşi hem de kadınların haklarından yoksunluk, halk karşıtı çıkarların güçlü araçları haline geldi. Taht ve sunağın arkasında olduğu kadar kadın cinsiyetinin siyasi köleleştirilmesinin arkasında da, bugün proletaryanın sömürülmesinin ve esaretinin en kötü ve en acımasız temsilcileri saklanıyor. Monarşi ve kadın haklarının yokluğu, kapitalist sınıf hâkimiyetinin en önemli araçları haline geldi.

Bugünün devleti için mesele gerçekte çalışan kadınların ve sadece onların seçme ve seçilme hakkını reddetmektir. Devlet haklı olarak, seçme ve seçilme hakkının tüm geleneksel sınıf hâkimiyeti kurumlarını tehlikeye atacağından korkuyor. Örneğin, her düşünen kadın proleterin can düşmanı olması gereken militarizm; monarşi; gıdaya gümrük ve diğer vergileri koyan soygun sistemi, vb… Kadınların seçme ve seçilme hakkı, bugünün kapitalist devleti için bir tiksinti ve dehşettir, çünkü bu hakkın arkasında onun iç düşmanı yani devrimci sosyal demokrasiyi güçlendirecek milyonlarca kadın duruyor. Burjuvazinin hanımefendilerine kalsaydı, kapitalist devlet  onlardan ancak reaksiyona etkili bir destek bekleyebilirdi. “Erkeklerin ayrıcalıklarına” karşı mücadelede dişi aslan gibi davranan çoğu burjuva kadın, seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu zaman muhafazakâr ve ruhani reaksiyonun treniyle mütedeyyin kuzular gibi hareket ederdi. Evet, kesinlikle sınıflarının erkek kısmından çok daha gerici olacaklardı. Aralarındaki az sayıdaki çalışanlar dışında, burjuvazinin kadınları toplumsal üretime katılmazlar, erkeklerinin proletaryadan çıkardığı artı değerin müşterek tüketicileridirler, halk bedeninin parazitleridirler. Ve bu ortak tüketiciler, asalak varlıklarının “haklarını” savunmada, sınıf hâkimiyeti ve sömürünün doğrudan taşıyıcılarından daha kudurmuş ve acımasızdırlar. Tüm büyük devrimci mücadelelerin tarihi, bunu korkunç bir şekilde doğruladı. Büyük Fransız Devrimi’nde Jakobenlerin iktidardan düşmesinden sonra zincirlenmiş Robespierre infaz yerine sürüklenirken, muzaffer burjuvazinin çıplak haz/neşe kadınları sokaklara düşerek devrimci kahramanın etrafında utanmadan neşeli bir şekilde dans ettiler. Ve kahraman işçi komünü 1871’de Paris’te mitralyözlerle yenilgiye uğratıldığında burjuvazinin çılgın kadınları, devrilen proletaryadan aldıkları kanlı intikamlarda burjuvazinin canavar erkeklerini geride bıraktılar. Mülkiyet sahibi sınıfların kadınları, sosyal olarak yararsız varoluşları için ikinci el paralar aldıklarından, her zaman emekçilerin sömürülmesinin ve köleliğinin fanatik savunucuları olmaya devam edecekler.

Sömürücü sınıfların kadınları, ekonomik ve sosyal olarak nüfusun bağımsız bir katmanını temsil etmemektedir. Egemen sınıflar için doğal yeniden üretimin araçları olarak yalnızca toplumsal işlevi yerine getirirler. Öte yandan proletaryanın kadınları ekonomik olarak bağımsızdır; erkekler kadar toplum için üretken bir şekilde çalışırlar. Bu erkeği ev işleri yoluyla, düşük maaşlarla ailenin günlük varlığını desteklemek ve çocuk yetiştirmek için ona yardım etmeleri anlamında değildir. Bu emek, bugünün kapitalist ekonomik düzeni anlamında üretken değildir ve binlerce küçük çabayla muazzam bir fedakârlık ve gayretle sonuçlanabilir. Bu sadece proleter için özel bir mesele, mutluluğu ve kutsalıdır ve tam da bu nedenle bugünün toplumunun soluk almasıdır. Sermaye yönetimi ve ücret sistemi sürdüğü müddetçe, yalnızca bu iş, artı değer yaratan, kapitalist kâr üreten üretken emek olarak kabul edilir. Bu açıdan bakıldığında, Tingeltangel’deki dansçı ayaklarıyla girişimcisinin cebine kâr süpüren üretken bir işçi iken, proletaryanın kadın ve annelerinin evlerinin dört duvarında yaşadıkları tüm zorluklar verimsiz faaliyet olarak görülüyor. Bu kulağa kaba ve çılgınca geliyor, ancak bugünün kapitalist ekonomik düzeninin kaba ve çılgınlığına tam olarak karşılık geliyor ve bu kaba gerçekliği açık ve keskin bir şekilde kavramak, proleter kadınlar için ilk zorunluluktur.

Çünkü tam da bu bakış açısından, proleter kadınların siyasal eşitlik hakkı artık sağlam bir ekonomik temele bağlıdır. Bugün milyonlarca proleter kadın, fabrikalarda, atölyelerde, tarımda, ev endüstrisinde, ofislerde, dükkânlarda erkekler gibi kapitalist kâr yaratıyor. Dolayısıyla günümüz toplumunun en katı bilimsel anlamında üretkendirler. Kapitalizm tarafından sömürülen kadınların sayısı her geçen gün artıyor ve endüstri ve teknolojideki her yeni ilerleme, kapitalist kar elde etme hareketlerinde kadınlar için yeni bir alan yaratıyor. Ve böylece her gün ve her endüstriyel ilerleme, kadınlar için sağlam siyasi eşitliğin temeline yeni bir taş ekliyor. Ekonomik mekanizmanın kendisi için, okul eğitimi ve kadınların entelektüel zekâsı artık gerekli hale geldi. Eski moda “yerli sobanın” dar kafalı, dünyevi olmayan kadını, bugün büyük sanayi ve ticaretin taleplerine siyasi yaşamın taleplerinden daha az uygun değil. Elbette bu bakımdan da kapitalist devlet görevlerini ihmal etti. Şimdiye kadar, sendika ve sosyal demokrat örgütler, kadınların manevi ve ahlaki uyanışı ve eğitimi için en fazlasını ve en iyisini yaptılar. Sosyal Demokratların on yıllar önce Almanya’da en yetenekli, zeki işçiler olarak bilinmesi gibi, bugünün proletaryanın kadınları, sefil ruh eksikliğinin ve ev içi davranışların zayıflığının yarattığı kötü varlıklarının utancından sosyal demokrasi ve sendikalar aracılığıyla başka bir noktaya yükseldiler. Proleter sınıf mücadelesi ufuklarını genişletti, zihinlerini esnekleştirdi, entelektüel yetilerini geliştirdi ve onlara büyük hedefler belirledi. Sosyalizm, proleter kadın kitlesinin ruhsal olarak yeniden doğuşunu getirdi ve böylelikle kuşkusuz onları sermaye için yetenekli üretken işçiler haline getirdi.

Sonuçta, proleter kadınların uğradıkları zaten yarım bir yalan olan siyasi kanunsuzluk, daha da aşağılık bir adaletsizliktir. Kadınlar siyasi hayata aktif ve toplu olarak katılıyorlar. Ancak sosyal demokrasi, “adaletsizlik” argümanıyla savaşmaz. Bizimle önceki duygusal ütopik sosyalizm arasındaki temel fark, tam da egemen sınıfların adaletine değil, yalnızca emekçi kitlelerin devrimci gücüne ve bu gücün zeminini yaratan toplumsal gelişmenin gidişatına bel bağladığımız gerçeğine dayanmaktadır. Dolayısıyla, adaletsizlik kendi başına kesinlikle gerici kurumları alaşağı edecek bir argüman değildir. Ne var ki adaletsizlik duygusu toplumun geniş çevrelerini etkisi altına aldığında, diyor bilimsel sosyalizmin ortak yaratıcısı Friedrich Engels, bu her zaman toplumun ekonomik temellerinde geniş kapsamlı değişikliklerin gerçekleştiğinin ve mevcut koşulların hâlihazırda gelişmenin ilerleyişi ile çatışmaya girdiğinin kesin bir işaretidir. Siyasi haklarından yoksun olduklarını bariz bir adaletsizlik olarak algılayan milyonlarca proleter kadının mevcut güçlü hareketi, o kadar açık bir işarettir ki, bugünkü devlet düzeninin toplumsal temelleri çoktan çürümüştür ve günleri sayılıdır.

Sosyalist ideallerin ilk müjdecilerinden biri olan Fransız Charles Fourier, şu unutulmaz sözleri yüz yıl önce yazmıştı: Her toplumda kadın özgürlüğünün (özgürlük) derecesi, genel özgürlüğünün doğal ölçüsüdür. Bu, günümüz toplumu için tamamen doğrudur. Kadınların siyasi eşitlik için verdikleri şu anki kitlesel mücadeleleri, proletaryanın genel kurtuluş mücadelesinin yalnızca bir ifadesi ve onun bir parçasıdır ve burada onun gücü ve geleceği yatmaktadır. Kadınların evrensel, eşit, doğrudan seçme ve seçilme hakkı -kadın proletaryası sayesinde- proleter sınıf mücadelesini son derece ilerletecek ve yoğunlaştıracaktır. Burjuva toplumun kadınların seçme ve seçilme hakkından nefret etmesinin ve korkmasının nedeni budur ve bu yüzden bunu istiyoruz ve başaracağız. Kadınların seçme ve seçilme hakkı için verilen mücadeleyle de, bugünün toplumunun devrimci proletaryanın çekiçleri altında yıkıldığı saati yakınlaştırmak istiyoruz.

[1] Rosa Luxembourg burada 1902 yılında Alman devletinin derneklere katılım konusunda kadınlara yönelik yasaklayıcı tutumunun kadınların baskısıyla değişmesine gönderme yapıyor. Frauensegment olarak nitelenen “kadın kesimi” dernek toplantılarında iple çevrili bir alanda toplantıları izleyebiliyorlardı ama söz hakları yoktu. Çev.Notu.

[2] Vormärz (Türkçesi Mart Öncesi) Mart 1848 Devrimi öncesi Prusya Mutlakiyetçiliği dönemine verilen ad. Başlangıcı ile ilgili bir görüş birliği olmasa da 1848 Devrimi ile sonlandı. Çev. Notu.

( Bu yazı http://www.mlwerke.de adresinden Türkçeye Max Zirngast ve Göksal Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Orijinali için bkz http://www.mlwerke.de/lu/lua.htm )

8 Mart 2021 Pazartesi

Mektuplardaki Rosa

(El Yazmaları, 9 Mart 2021)

Günümüzün teknoloji çağında insanların birbirleriyle ve kendileriyle kurdukları iletişim, insanları belli bir kısalığa ve kalıplara giderek daha çok sıkıştırırken insanın kendisini düşünsel ve davranışsal olarak gerçekleştirmesinin de önünü tıkayan etmenlerden biri oluyor. Geçmişin “ilkel” iletişim araçlarından biri olan mektup ise günümüz iletişim araçlarının aksine insanların kendilerini ve diğer insanları düşünsel ve davranışsal olarak geliştirmekle kalmayıp, gelecek nesillere de bu bağlamda önemli miraslar bırakılmasına aracı olmuş ve olmaya devam ediyor.

Bugünlerde doğumunun 150. yıldönümünü kutladığımız Rosa Luxemburg gerek Marksizm’e yaptığı teorik katkılar gerekse de siyasal yaşamında gösterdiği devrimci pratikle adını tarihe “devrim kartalı” olarak yazdırmakla kalmamış, yazdığı mektuplarla da bizlere önemli bir miras bırakmıştır.

Öyle ki Rosa’nın çeşitli konularda farklı insanlara 2700’den fazla mektup yazdığı bilinir. Bu mektuplar ise Annelies Laschitza tarafından hazırlanmış olan Gesammelte Briefe başlıklı eserde eksiksiz bir şekilde derlenmiştir. Berlin’deki Dietz Verlag’ın 1982 ila 1993 yılları arasında toplamda 6 cilt olarak bastığı bu eser, daha önce çeşitli başlıklarda basılan mektupların da neredeyse tamamını içerir.[1]

Rosa’nın mektuplarının bir kısmı Türkçe’ye çevrilmiş ve üç farklı kitap halinde basılmıştır. Kaynak Yayınları ve Agora Kitaplığı’nın farklı yıllarda yayınladığı Sevgiliye Mektuplar ile yine Agora Kitaplığı’nın yayınladığı Siyasi Mektuplar Rosa’nın Leo Jugiches’e yazdığı mektupları içermekte. Pencere Yayınları’nın yayınladığı Gilbert Badia’nın “Bir Mektup Ustası Rosa Luxemburg” isimli kitabı ise Rosa’nın Leo’dan başka kişilerle olan mektuplaşmalarını barındırıyor. Nitekim bu mektuplar Rosa’nın farklı yönlerini görebilmemiz ve bütünlüklü bir Rosa kişiliğini öğrenmemize de imkân tanıyor.

SPD ve Rosa

Rosa’nın neredeyse her mektubunun esas gündemini devrimci mücadele ve parti oluşturuyor. Özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasının ardından gerçekleşen mektuplaşmalarda Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içerisindeki tartışmalara ve bölünmeye yönelik Rosa’nın net bir tutumuyla karşı karşıyayız.

Rosa ve Karl’ın öldürülmesinden sonra Almanya Komünist Partisi(KPD)’nin başına geçecek olan Paul Levi ‘ye 31 Ağustos 1914’te yazdığı mektupta Rosa, ne savaş yanlısı oylamadan ne de bu oylamadan çıkacak olan “evet” kararına gösterilecek tepkiden hayır beklemediğini belirtir. Yine Levi’ye yazdığı 17 Kasım 1914 tarihli mektupta partideki “solcuların” savaş yanlısı tarafa geçişlerine dair haberlere duyduğu öfkeyle birlikte partide sadece Karl Liebknecht’in hayır oyu verebileceğini belirterek ona duyduğu güven görülüyor. Fakat bu mektubun devamında Rosa’nın bu duruma sinirlenmekle kalmayıp, yeni bir parti örgütleyerek mücadeleye atıldığını görüyoruz. Rosa Levi’ye partililerle iletişime geçmesi ve bağlantı kurması için Münih, Karlsruhe gibi şehirlere gidebilmesinin mümkün olup olmadığını “sorar” ve bunun hayati önemde olduğunu belirtir.

Rosa Hans Diefenbach’a yazdığı 1 Kasım 1914 tarihli mektupta partiyle birlikte Enternasyonal’in işe yaramaz olduğunu söylemiş ve SPD’den ayrılmak konusundaki netliğini göstermiştir. Bu mektupta ayrıca savaşın giderek büyüyerek yeni bir duruma yol açacağını belirtip saç baş yolmak yerine objektif bir yargıda bulunmak gerektiğini belirtir.

16 Kasım 1917’den sonra Sonia Liebknecht’e yazılmış bir mektupta da “tarihin izlediği ana yönü gözden yitirmeden tarihin kendi akışı içinde izlemek gerektiğini” belirtir ve “savaş birkaç yıl daha sürerse dönüşümün kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini” ifade ederek bir sene sonra gerçekleşecek 1918 Kasım Devrimi’nin ayak seslerini hissettiğini ortaya koyar. Devrim sürecinde özellikle Clara Zetkin ile olan kısa mektuplaşmalarında da devrimin coşkusunu okuyanlara da hissettirir.

Yenilgiyle sonuçlanan devrimin ardından Rosa partiye ve devrime duyduğu inancı, ölümünden çok kısa bir süre önce, 11 Ocak 1919’da Clara Zetkin’e yazdığı mektupta ortaya koyuyor:

“Unutma ki “Spartakistler” büyük oranda genç kuşaktan oluşuyor. Eski partinin, “kendini kanıtlamış” eski Partinin küçük düşürücü geleneklerine sırtını dayamayan genç bir kuşak. Gerçeği aydınlık ve karanlık yanlarıyla kabul etmek gerek. Bu noktada, bir güvensizlik sorunu yaratmamaya ve konuyu trajik hale getirmemeye karar verdik.”

16 Şubat 1917’de Mathilde Wurm’a yazdığı mektupta bir devrimcinin izlemesi gereken taktiklere dair önemli bir miras bırakır:

“Büyük çapta bir yönetici taktiklerini kitlelerin geçici heveslerine göre değil devrimin tunçtan yasaları üzerine geliştirir. Tüm düş kırıklıklarına karşın kesin olarak taktikleri ile yetinir ve bunun dışında yapıtının olgunlaşmasını sükunetle, tarihe bırakır.”

Teorisyen Rosa

Rosa’nın genellikle göz ardı edilen ya da “önemsenmeyen” yönlerinden biri de Marksizm’e yaptığı teorik katkılardır. Kendisi bu katkılar konusunda oldukça mütevazidir. Hans Diefenbach’a yazdığı 8 Mart 1917 tarihli mektupta ekonomi-politik alanında ortaya koyduğu eserlerin “en ufak bir süsleme yapılmadan, en ufak bir beğenilme kaygısı olmadan, allayıp pullanmadan, konu ana hatlarıyla ele alınmış; biçem tıpkı bir mermer parçası gibi nerdeyse “çırılçıplak” bir yalınlık üzerine kurulduğunu” belirtir. Yalın, dingin ve büyük olan eserleri beğendiğini ifade eden Rosa, Kapital’in birinci cildine Hegel tarzındaki modası geçmiş süslemelerle dolu olması yüzünden tepki duyduğunu söylemekten de kaçınmaz. Onun için esas olan Marksist ekonomiyi derinlemesine bilen birkaç ölümlü değil, “sıradan okur”dur.

Rosa’nın pek az bilinen bir yönü de Proudhon’a yönelik eleştirisidir. Mathilde Wurm’a yazdığı 20 Ocak 1918 tarihli mektupta kısa bir Proudhon tahlili ve eleştirisi yaparak şu sonuca varır:

“Bütün bunlarda Proudhon’un düşüncelerinin temel sonucunun ve düşüncelerinin özünün paraya ve tecim eşyalarının takasına ilişkin yanlış kuramının inceliklerinde değil, işçi hareketinin devlet iktidarını ele geçirmek için siyasal mücadeleye doğru yönlendirilmesi yerine, tümüyle ekonomik reçetelere yönlendirilmesinde yattığını unutma. Ayrıca, Proudhon’u ve Louis Blanc’ı olduğu kadar, bütün ekonomik eğilimleri Büyük Fransız Devrimi ve Jakobenlerin mahkumiyetinin yol açtığı düş kırıklığında anlaşılabilir bir tepki gösteren tarihsel perspektifi de unutma. Ekonomi ile politika arasındaki doğru ilintiyi (bugün bildiğimiz parlak sonucu ile…) kurmak için Marksizmi kurmak gerekti.”

Kadın Sorunu

Rosa’nın kadın sorunu ve kadın özgürlük mücadelesine özel olarak yoğunlaşmadığına dair kimi tartışmalar söz konusu. Fakat Clara Zetkin’e yazdığı iki mektup, Rosa’nın kadın sorununa yaklaşımı konusunda bize önemli veriler sunuyor.

28 Kasım 1918 tarihli mektup:

“Daha sonra, kadın ekimizi altı sayfa olarak yayımlayabileceğiz. Ama özellikle de hemen şuna yanıt ver: Bu tasarı kafana yatıyor mu yatmıyor mu? Bu iş nasıl olacak; yani sana yardım etmek için yapmamız gereken bir şey var mı? … Bunun dışında Rote Fahne’da üçte bir ila yarım sütun arasında değişen ve “Kadın Hareketleri”ni konu alan, küçük haberlere ara sıra bir pusulaya vb. yer veren günlük bir köşe oluşturmak istiyoruz.”

Ve 9 Mart 1916 tarihli mektup:

“Berlinli kadın yoldaşların beni ne biçim karşıladığından kuşkusuz daha önce haberin olmuştur. Binden fazla kadın hapisten çıkışta beni almaya geldi; sonra hep birlikte evime benimle tokalaşmaya geldiler. Dairem, bana getirdikleri armağanlarla dolup taştı, hala da armağan yağmaya devam ediyor. -Tıpkı lüks bir bakkal dükkanındaymışsın gibi- çiçek jardiniyerleri, pastalar, kekler, konserveler, çay paketleri, sabun, kakao, sardalyalar, seçkin sebzeler… Bu yoksul ama yürekli kadınlar tüm bunları kendi elleriyle hazırlamışlar, konserveleri kendileri yapmışlar. Yine kendileri getirdiler hazırladıkları şeyleri. Bunu gördüğüm zaman neler hissettiğimi çok iyi biliyorsun. Bu durum karşısında mahcubiyetimden hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım; bu durumda beni yatıştıran tek şey şunu düşünmek oldu. Ben, onların militan coşkularının bayrağının dalgalandığı gemi direğinden öte bir şey değildim.”

Ekim Devrimi

Rosa’nın Lenin ile 1917 Ekim Devrimi konusunda yaptığı tartışmalar malum. Kimileri bu tartışmayı Rosa’nın Bolşevizme ve Ekim Devrimi’ne karşı olduğuna kadar götürür. Fakat Rosa Şubat Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılar ve bu coşkuyu etrafına yaymaya çalışır.

Luise Kautsky’ye yazdığı 15 Nisan 1917 tarihli mektupta ruhsal çöküntüde olduğu için ona “zılgıt” çeker ve kendisine gelmesi için şu soruları sorar:

“Rusya’dan bize kadar koro halinde böylesine neşeli cıvıltılar gelirken, kederli bir ağustos böceği gibi hüzünlü şarkılar söylemeye nasıl devam edebiliyorsun? Orada gerçekleşen ve muzaffer olan bu davanın bizim de davamız olduğunu, bunun mücadelesini orada noktalayan ve mutluluktan kendinden geçerek Carmagnole dansı yapan insanlık tarihinin canlı bir örneği olduğundan hiç haberin yok mu peki? Bizim davamız, yani hepimizin davası böylesi bir gelişme sağladığında, daha önce yaşadığımız yıkımları unutmamız gerekmez mi?”

13 Nisan 1917’de de Clara Zetkin’e şunları yazmıştı:

“Rusya’daki olaylar akıl almaz düzeyde büyük olaylar; orada şimdiye kadar olup bitenlerin sadece küçük bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Olaylar yalnızca güzelliklere gebe. Çünkü işin doğası böyle. Ayrıca bu olayların dünya çapında büyük bir yankı uyandırması da kaçınılmaz.”

Ekim Devrimi sonrasında ise coşku devam eder, ama tereddütle birlikte. Lenin’i eleştirirken “tarihselliği” de gözden kaçırmaz ve Clara Zetkin’e 24 Kasım 1917’de yazarken:

“Şimdi birkaç yıla kadar tüm Avrupa’da büyük bir kargaşanın kaçınılmaz olacağına inancım var. Özellikle de savaş daha da uzarsa … Büyük bir olasılıkla da savaş uzayacak. Rusya’da son derecede büyük ve korkunç olaylar var. Bu karmakarışık kaos karşısında Lenin’in yandaşları doğal olarak kendilerini kabul ettiremezler, ama serüvene atılmanın tek gerekçesi dünya tarihinin gücünden ileri geliyor. Gerçek bir “dönüm noktası” oluşturuyor.”

Rosa ve Edebiyat

Rosa’nın bir diğer “es geçilen” yönü de entelektüel birikimidir. Yaşadığı dönemde Rosa Avrupa’daki işçi hareketinin durumunu çok iyi bilen biri olmanın yanı sıra Rusça’yı, İngilizce’yi, Fransızca’yı ve Almanca’yı anlayan ve konuşan tek politik yöneticidir.

Büchner’den Bourget’e kadar çeşitli yazarların romanlarının tahlilini yapan, Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ni her günkü ruh haliyle okumayı tavsiye eden, Rembrandt’tan Rodin’e çeşitli sanat eserleri hakkında yorumlarda bulunan ve Bach’ın St. Matthew Passion’unu seven biridir.

Fakat Hans Diefenbach’a 27 Mart 1917’de yazdığı mektupta edebi yeteneklerini de ortaya koyar:

“Karşı kıyıdaki ak ağacın dallarının gölgesi nasıl oynaşıyor masaların üzerinde, görüyor musunuz? Bundan hoş bir sahne olur mu? Fırının kapısı durmadan, gıcırtıyla açılıp kapanıyor. Ufak tefek hizmetçiler, çocuklar içeri giriyor, sonra ellerinde beyaz kese kağıtları ile çıkıyorlar fırından. Pastaların iştah açıcı kokusuna ve sokaktaki serçelerin cıvıltısına karışan bu gıcırtıda, nasıl oluyor bilmem, insan etkinliğini çağrıştıran apaçık bir şey yok mu? “Ben yaşamın ta kendisiyim. Yaşam güzel” demiş gibi gelmiyor mu kulağa bu sesler? Ve işte ben fırının önünde dikilmiş, ağzım bir karış açık bakınıp dururken. Fırından, bizim sokağın ayakkabı tamircisinin yaşlılıktan iki büklüm olmuş büyükannesi çıkıyor. Dişsiz ağzıyla bana: “Matmazel, bize kahve içmeye geleceğinize söz vermiştiniz.” diye sesleniyor. (Nedendir bilmiyorum, Südende’de herkes bana matmazel diye hitap eder.) Onu anlamakta güçlük çekiyorum, ama bir gün “kahve içmeye gelmek” için ciddi olarak söz veriyorum. Söz! … Gülümseyerek razı oluyor. Yaşlı, buruşuk yüzünde bir sevinç dalgası dolaşıyor. “Mutlaka geleceksiniz, değil mi?” diye sesleniyor yeniden. Tanrım, bu insanlar ne kadar nazik, ne kadar iyi. İşte hiç tanımadığım bir hanım daha gülümseyerek başını çeviriyor, bana selam veriyor. Belki de mutluluktan ışıldayan yüzümle ellerim cebimde dolaşırken. Hiç de alışılmadık bir halim var. Ne olursa olsun! İlkbahar güneşinde amaçsız eller cepte sokakta avare avare dolaşmaktan, delikli on feniğe alınan bir buketten daha büyük mutluluk var mıdır acaba?”

Yine Hans Diefenbach’a 8 Mart 1917’de yazdığı mektupta ise kırsal yaşama dair edebi yeteneğini konuşturur:

“Oraya her gidişimde bu hava, bu dinginlik, bu neşe içime su serper, avutur beni. Benim köyüm Chailly -sur- Ciarens’te üzüm bağları hâlâ otlarla doludur. Şimdilik yalnızca otlar çapalanarak işe başlanır. Yine bağlarda aylak aylak gezinebilir. Oralarda bol bol yetişen kırmızı ballıbabalar, safari mavisi mis kokulu sümbüller toplayabilirim. Saat on birde köylüye yemeğini getirirler. Ceketsiz, yalnız gömlekle çalışan baba elindeki aleti bırakır, toprağa oturur. Karısıyla çocuklan da köylünün etrafında bağdaş kurar, yemekte ona eşlik ederler. Sepet açılır, bütün aile sessizce yemek yemeye koyulur. Baba, elinin tersiyle alnındaki teri siler. Çünkü burada, bağların üzerinde nisan güneşi daha şimdiden yakıcı sıcaklığını duyurmaktadır.”

Doğa Tutkusu

Bu kırsal yaşam tasviri, Rosa’nın doğayla bütünleşik yaşamının sadece bir yanını gösteriyor. Rosa’nın çiçeklere olan tutkusu oldukça ünlüdür.[2] Mathilde Jacob’a 9 Nisan 1915’te yazdığı mektupta bu tutkunun ne kadar büyük boyutta olduğu görülüyor:

“1913 mayısından beri yaklaşık 250 bitkiyi sınıflandırdım. Hepsi de çok iyi korunmuş bitkiler. Hepsi de yanımda, değişik atlaslar gibi… Bana yolladığınız küçük çiçeklerin hiçbirinden yoktu. Onları bu deftere yerleştirdim. En çok da sarı yıldız (ilk mektuptaki sarı çiçek) ve pulsatil hoşuma gitti, çünkü bunlar burada, Berlin’de bulunmuyor. Madam Von Stein’in sarmaşıkları da gelecek kuşaklara kalacak. Koleksiyonumda aslında sarmaşık da (Latince hedera helix) yoktu. Sarmaşıkların geldiği yeri düşünürsek memnuniyetim bir kat daha arttı. Su yosununu saymazsak, bütün öteki çiçekler kuralına uygun biçimde kurutulmuş. Bitki derleme işinde bu çok önemlidir.”

Rosa çiçeklere olduğu kadar kuşlara da tutkuludur ve onların dilinden Süleyman peygamber gibi anlamaya başladığını anlatır Hans Diefenbach’a yazdığı 6 Temmuz 1917 tarihli mektupta:

“Bana ötüşünü duyurmak için en haklı nedeni olanı da size resmini yolladığım şu küçük kuş. Bu kaba saba gagalı, yassı suratlı ve arsız bakışlı arkadaşın adı, “Hypolais hypolais”. Fransızca’da “zırhlı kuş” ya da “alaycı kuş” derler buna. Mutlaka adını bir yerlerde daha önceden duymuşsunuzdur. Çünkü, sık korulukların bulunduğu her yere, parklara yuva yapmayı sever. Yalnızca ona dikkat etmemişsinizdir. Çoğunlukla günlük yaşamlarında insanlar en sevimli nesnelerin önünden kafalarını çevirip bakmadan, onları fark etmeden geçip giderler. Bu kuş eşi benzeri olmayan bir üçkağıtçıdır; öteki kuşlar gibi ötmez. Bir ezgi, bir melodi yoktur ötüşünde. Ama halktan gelen, halka yönelik (!) bir hatiptir. Bahçelerde yüksek sesle, ateşli ve coşkulu söylevler verir, sert bağlamlarla dolu, dokunaklı, tumturaklı konuşmalar yapar. En münasebetsiz sorulan sorar, sonra en ipe sapa gelmez yanıtları yine kendisi vermek için sabırsızlanır. En cesur savları ileri sürer. Başkalarının görüşlerine hiç kimsenin desteklemeyeceği biçimde karşı çıkar. Hemen oracıkta baskın çıkmak için açık kapıları zorlar. “Ben dememiş miydim? Ben dememiş miydim?” der.”

Sonia Liebknecht’e yazdığı 2 Mayıs 1917 tarihli mektuptan:

“Düşünebiliyor musunuz, birkaç gün önce bu aynı yakınmalı ötüşü burada, çok yakınlarda bir yerde yeniden duydum. Kalbim sabırsızlıkla çarpmaya başladı. Sonunda bunun ne tür bir canlı olduğunu keşfedecektim. Bugün en sonunda buldum onu. O bir su kuşu değil, bir tür ağaçkakandı. Bir tür gri ağaçkakan … Serçeden biraz daha büyük bir gövdesi var. Tehlikede olduğu zamanlar düşmanlarını komik hareketlerle ve kafasını burkarak korkutmaya çalışıyor. Tıpkı karınca yiyen ayının yaptığı gibi, yapışkan diliyle topladığı karıncalarla besleniyor yalnızca. Bu yüzden İspanyollar ona karıncayiyen kuş anlamına gelen “honniguero” adını takmışlar. Zaten Mörike bu kuşla ilgili küçük nükteli bir şiir yazdı, Hugo Wolf da şiire beste yaptı. Bu yakınmalı ötüşün hangi kuşa ait olduğunu anladığımdan beri küçük bir armağan almış gibi seviniyorum.”

Kuş seslerine o kadar tutkundur ki, Mathilde Jacob’a 7 Şubat 1917’de yazdığı mektupta mezar taşına ilkbaharın geldiğine işaret eden kuş sesi “tss – vi” yazılmasını ister.

Doğaya olan bu tutkusu nedeniyle 1917 sonbaharında jeoloji bilimi üzerine eğilir Rosa. Bir parti kongresinde olmak yerine “bir bahçenin ufak bir köşesinde ya da köyde etrafında yaban arılarıyla otların üzerinde olmayı” tercih eder bazen. “Ama yüreğimin derinlikleri “arkadaş”tan çok, benim ‘baştankara kuşlarıma ait doğayı bir sığınak, bir dinlence yeri gibi gördüğümden değil; politikayla uğraşan birçok insan artık yüreğinde hiçbir şey hissetmediği için.”

Aşk

Rosa için yaşamı olduğu kadar mücadeleyi de yüreğinde hissetmek, en önemli çabalarından biri olmuştur. Bunun için yoldaşlarına ve sevdiklerine yüreğini açmaktan çekinmemiş ve onları yüreklendirmiştir de. Karl Liebknecht’in eşi Sonia Liebknecht’e yazdığı 24 Kasım 1917 tarihli mektupta bunu görüyoruz:

“A, sizi ne kadar iyi anlıyorum! Her güzel ezginin her çiçeğin, her ilkbahar gününün her mehtaplı gecenin sizde geçmişe özlem ve dünyanın insana sunduğu en güzel şeylere karşı arzu uyandırdığını çok iyi anlıyorum. Ayrıca sizin “aşka” aşık olduğunuzu ne kadar iyi anlıyorum bilseniz. Benim için aşk (nerede?) daima kendisini yaratan nesneden daha önemli, daha kutsal bir kavram olmuştur. Çünkü aşk dünyayı pırıl pırıl bir peri masalı gibi görmeye yarar, çünkü aşk insan varlığının en soylu, en güzel yanını ortaya çıkarır; çünkü aşk en anlamsız, en gündelik şeyleri yüceltir ve onları elmaslarla süsler; çünkü aşk insanı sarhoş eder, kendinden geçirir.”

Dolayısıyla Rosa’nın Leo’ya olan aşkı, kimileri için bazı yönleriyle “zaaf” olarak tanımlansa da, onun kendisi olması ve hayatını bütünlüklü ve derinlikli olarak yaşaması için olmazsa olmazdır. Büyük bir tutku ve aşk ile yaşayan, bu tutku ve aşkı hayatın ve insanın değdiği her yere taşıyan Rosa, o bilindik sözüyle kendisini de anlatıyor: “Vardım, varım, var olacağım!”

Dipnotlar:

[1] Gilbert Badia, Bir Mektup Ustası Rosa Luxemburg, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999, s. 244.

[2] https://elyazmalari.com/2020/01/15/rosa-luxemburgun-sakli-dogasi-benan-kapucu/

5 Mart 2021 Cuma

“Orta Sınıf” İçin Tercih Zamanı

(El Yazmaları, 6 Mart 2021)

Kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve bunun sermaye yanlısı kişilerce kabullenilmesiyle birlikte sınıfsallığa dair tartışmalar tekrar gündeme geldi. Tartışmalar her ne kadar “sınıfsal mücadele” ve “işçi sınıfının devrimciliği” gibi konuları kapsamasa da sınıfsallığın yadsınamayacak bir toplumsal gerçeklik olduğunu ortaya koydu. Fakat sınıfsallığın toplumsal bir gerçeklik olması dolayımıyla siyasal bir nitelik taşıması gerçekliği ise sermaye yanlılarıyla birlikte kimi sosyalistler tarafından da göz ardı edilmekte, önemsenmemekte ya da siyasal öznellik sınıfsallığa değil kimlikselliğe atfedilmekte. Atıfta bulunulan kimlikselliğin bir kısmı günümüzde çeşitli şekillerde tarif edilen ve türlü türlü marifet biçilen “orta sınıfa” tekabül etmekte. 

Orta Sınıf? 

Orta sınıf hakkındaki kuramsal tartışmalar başlı başına bir literatür oluşturmakla birlikte, bu kavram için birtakım temel belirlemeler de bulunmaktadır. Öncelikle orta sınıf kavramının üretim ilişkilerinde bulunulan konumu değil, pazar ilişkilerinde bulunulan konumu nitelendirdiğini görmekteyiz. Bu nitelendirme, her ne kadar içinde “sınıf” kelimesini barındırsa da daha çok Weberci bir bakış açısıyla üretilmiştir. Çünkü Marksizm’de sınıf kavramının pazarda alınan pay ile değil de üretim ilişkilerinde bulunan konumdan doğru tanımlanması nedeniyle orta sınıf kavramı, Marksizm açısından “uygun” bir kavram olmamakla birlikte “çatışmasız” sınıf ilişkilerini barındıran Weberci bakış açısı için oldukça “uygundur”.  

Nitekim orta sınıf kavramının daha çok ön plana çıktığı tarihselliğe baktığımızda da sınıf “çatışmalarının” törpülenerek istisnai bir durum haline getirilmeye çalışıldığı bir döneme “rast geldiğini” görürüz. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında başta Avrupa olmak üzere dünyayı saran sosyalizm “tehlikesine” karşı Keynesyen politikalarla oluşturulan refah devleti aracılığıyla orta sınıf öne çıkarılmış ve böylece burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımda proletaryaya sınıfsız bir toplum yerine sınıf atlamak için mücadele etmesi telkin edilmiştir. Bu mücadele telkini kısa bir süre sonra “uzlaşma” ve “denge” telkinine dönüşmüştür. 

Fakat bu “denge” hali, önce 1970’li yıllardaki ekonomik kriz ve bu krizin sonucunda ortaya atılan “There is noalternative”(TINA) düsturuyla başlayan neoliberal uygulamalar ve ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB)’nin yıkılmasıyla başka bir boyuta taşındı. Bu “yeni” boyutta orta sınıfın, proletaryanın devrim yapmasını engelleyecek bir ara sınıf/tampon olma gibi “siyasal” görevi “azalıyor” ve “kültürel” alanda daha baskın olarak “tüketim toplumunun” öncüsü ve yön vericisi olma görevi daha çok öne çıkıyordu. Bu noktada “tüketim toplumunun”, sadece tüketme güdüsüyle hareket eden bir toplumsallığı değil yaşama dair her şeyin metalaştırıldığı bir kapitalist dünyadaki toplumsallığı tanımladığını belirtmemiz gerekiyor. 

Kültürel, Sembolik ve Maddi Dünya  

Orta sınıfın kültürel alandaki rolünün önemli etkilerini toplumsal yaşamın algılanmasında görürüz. Bourdieu, bireylerin “adlandırma mücadelesi” içinde olduklarını ve bunun için de sosyal tanıma olasılıklarını yükseğe çeken etiketleri ya da unvanları seçtiğini belirtir. Bu bağlamda bireyler için itibarlarını arttırmak hayati önemdedir ve bunun için de yaptıkları işin algılanma biçimini şekillendirmeye çalışırlar. Bireyler “habitusları” aracılığıyla pratiklere girişirler; kültürel ve sembolik boyutlarda mücadele ederler.  

Günümüzde ise kültürel ve sembolik dünyaları oluşturmada ana akım diziler, filmler, müziklerle birlikte satın alınan “üyelikler” de önemli rol oynuyor.  

Genelde kentli orta sınıf bireylerin sosyal yaşamının ele alındığı bu kültürel ve sembolik öğeler, başka “sınıftan” bireyler için de anlam taşıyor. Özellikle işçi sınıfından kaçmak isteyen bireylerin bu alanlara yönelerek “habitusa” dahil olma çabası içinde olduğu görülüyor.

Fakat günümüzde bu çerçeve giderek zayıflıyor, “orta sınıf” ile işçi sınıfının kültürel ve sembolik dünyalarıyla birlikte “sınıfsal” konumları da giderek ortaklaşıyor. 

Ortaklaşmayı sağlamada kapitalizmin derinleşen krizinin payı büyük. Kapitalizmin kriziyle birlikte orta sınıfın, elindeki “refahı” korumak için yoğun çalışması, aralarındaki rekabetin kızışması ve bütün bunların sonucunda refahın yine de eskisi gibi olmaması orta sınıfın güveninin sarsılmasına ve çürümesine yol açıyor. Kapitalizmin yarattığı çürüme, orta sınıfın işçileştiği bilincine varmasını ve sınıfsal mücadeleye yönelmesini etkiliyor. Olin Wright’in deyimiyle “çelişik sınıf konumlarına” sahip olan orta sınıfın “zihnindeki” çelişki derinleşirken “maddi yaşamdaki” çelişkisi daha da somutlaşıyor. Kendisine atfedilen “yönetici” konumuna sahip olduğu intibasına kapılan ve kültürel olarak da kendisini böyle adlandırma çabası içinde olan “orta sınıf”, neoliberalizmle birlikte aslında kapitaliste tabi ücretli emekçi olduğu gerçeğiyle her geçen gün daha çok yüzleşiyor.

Ayrıca doktorluk, mühendislik, avukatlık, öğretmenlik gibi belli bir bilgiyi “üretebilen” mesleklerde ücretli emekçiliğin artması ve bu bilginin sermaye tarafından sömürülmesiyle artı-değer yaratılması da orta sınıfın aslında günümüzde işçi sınıfının yeni bir bölüğünü tanımladığını açıkça gösteriyor. Böylece orta sınıf, Weberci anlayışın öne sürdüğü gibi işçi sınıfıyla farklı değil aynı çıkarlara sahip olduğu, “sömürüldüğü” ve dolayısıyla işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçekliğiyle karşılaşıyor. Maddi yaşamın bu gerçekliği, sermayenin kültürel ve sembolik dünyaya yönelik yaptığı hamlelerle ve orta sınıfa atfetmeyi sürdürdüğü “adlandırmalarla” geçici olarak erteleniyor, çünkü ekonomik kriz derinleştikçe sömürünün yoğunlaşması sonucunda orta sınıf işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçekliğiyle daha sert bir şekilde tekrar ve tekrar karşılaşıyor.

İki “Siyasal” Tavır 

Buna karşılık orta sınıfta iki “siyasal” tavır ortaya çıkıyor. Birincisi sınıftan kaçarak tüketimi farklılaştırma çabası, “alternatif yaşam biçimleri” veya “başka bir mekân” arayışı ve bunların pazarlanması olarak kendisini gösteriyor. İkincisi ise güvenli ortam ihtiyacı ve “rahatlığın” istikrarı adına devletin göreve çağrılması, toplumsal uzlaşıyı sağlama, sınıfsal gerilimlerde ılımlılığın devreye sokulmasında kendisini gösteriyor. Nitekim son günlerde belediye işçilerinin hak talepleri ve grevlerine gösterilen tutumlarda bu ikincisinin ağır bastığına şahit olduk. 

“Orta sınıfın” gösterdiği bu iki siyasal tavırda öncelikli olarak kimi sosyalistlerin de etkisinin olduğunu belirtmemiz gerekiyor. SSCB’nin yıkılmasından sonra işçi sınıfına “küserek” orta sınıfa siyasal ve kültürel ayrıcalık yükleyen kimi “sosyalistler”, post-Marksist düşüncelerin de etkisiyle “orta sınıfın” yeni görevine önemli destek sundu. Desteğin orta sınıftan aldığı takdir bu sosyalistlerin sınıftan daha da uzaklaşmasını etkiledi.

Bununla birlikte kapitalizmin dünya çapında daha önce ulaşamadığı büyüklüğe ulaşması ve sermaye-emek ilişkisinin yaygınlaşması, işçilerin aktif tepkilerini yaratmaya devam etti. Bu aktif tepkiler işçi sınıfının bir sınıf olarak devrimci özne ve siyasal bir dinamik olmanın yanı sıra değiştirici ve dönüştürücü niteliğini de beslemeyi sürdürdü. Böylece bu tarihsellikte ve bu tarihselliğin sosyal çeşitliliklerinde işçi sınıfı kendisinin bilincini de geliştirmiş durumda. Sınıfın farklı katmanları arasındaki içsel ve ilişkisel mücadelelerle birlikte gelişen sınıf bilinci yeni dönemdeki biçimiyle siyasallaşarak kendisi için sınıf olma arayışını sürdürüyor.

İşte bu noktada kapitalizmin ufkunu aşan, sınıfın bu yeni biçimini merkeze alan sosyalist hareketin tarihsel önemi ortaya çıkıyor. Böyle bir sosyalist hareket “orta sınıfta” oluşan ikili siyasal tavrın aşılmasına ve işçi sınıfıyla organik bir birlikteliğin kurulmasını sağlayabilir. Bu birliktelik “orta sınıfın” (sözü esas sahiplerine iade edecek olursak) şımarıklığının çürütücülüğünü ve yanılsamasını ortadan kaldırarak işçilerin yeni bir “habitus” yaratmasının önünü açabilir. Sınıfsal mücadelenin içinde yaratılan bu “habitus” ile sınıfsal mücadelenin sürekliliği, kendinde sınıf olan “orta sınıfın” kendisi için sınıfa dönüşerek “proletarya” olduğunun bilincine varmasını sağlayabilir. İşçi sınıfının, ülkenin dört bir yanındaki direnişlerine yönelik kimi “orta sınıf” şımarıklıkları da sınıfdaşlarının giderek bu bilince vararak mücadeleye katılmasına yönelik umutsuz bir çırpınışın göstergesi. Fakat korkunun ecele bir faydası yok.

Kapitalizmin güneşi ufukta batıyor ve yeni bir dünyanın doğum sancıları çekilirken “orta sınıfın” işçi kalmayı tercih etmekten başka şansı yok. 

Kaynakça

Bahçe Serdal, “Orta Sınıf Miti ve Mühendisin Nemesisi”, Praksis, no.32, 2013, s. 145 – 163.

Öğütle Vefa Saygın ve Güney Çeğin, “E.O Wright’ın Mikro Kavramları ile Pierre Bourdieunün Kavramsal Repertuarı Arasındaki Sentezin Empirik Analizde Yaratacağı İmkanlar”, Terkipler: Tarihe, Topluma ve Siyasete Dair Yazılar, Güney Çeğin, Denizli: Kafka Kitap Kafe Yayınları, 2017.

Öngen Tülin, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İşçi Sınıfı, İstanbul: Yordam Kitap, 2014.

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...