29 Ağustos 2021 Pazar

SSCB’de Satrancın Tarihi: İşçilere Satranç Götürün!

(Evrensel Gazetesi, 29 Ağustos 2021)

M.S. 6. yüzyıldan itibaren oynanan satranç, 19.yüzyıl ile birlikte dünya çapında bir popülerliğe ulaşmış ve oyun niteliğinin yanı sıra spor olma niteliğini de kazanmıştır. 20. yüzyılda ise satranç, özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin rekabet ettiği alanlardan birisi olmuş, fakat bu rekabette Sovyetler Birliği ezici bir üstünlük kazanmıştır. 1948’den 1991 yılına kadar (Bobby Fischer’in 1972-1975 arasındaki şampiyonluğu hariç) Sovyetler Birliği erkeklerde beş farklı büyük usta ve kadınlarda 6 farklı büyük usta ile 1950’den 1991’e kadar dünya şampiyonluğunu elinde tutmuştur. Yine Sovyetler Birliği 1952’den 1990 yılına kadar Satranç Olimpiyatları’na on dokuz defa katılmış ve on sekizinde altın madalya kazanmıştır. Bu başarılar Sovyet toplumunun satrancı kendi sporları olarak ilan etmelerine yol açmıştır. Ayrıca Sovyetler Birliği’nde satranç, eğitimden askeriyeye kadar birçok alanda özel bir yere sahip olmuştur.

Parti Kadrolarının Eğitiminde Satranç

1917 Ekim Devrimi öncesinde ve ilk yıllarında satrancın Rus toplumunda sadece soyluların ya da entelektüellerin sosyal yaşamında yeri bulunmaktaydı. Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin başta olmak üzere diğer önde gelen Bolşevikler hevesli birer satranç oyuncuları olmuşlardır. Bolşeviklerin bu satranç sevgisine rağmen, Sovyet iktidarının ilk yıllarında satranç için özel bir politika yürütülmemiştir. Fakat devrimden sonra yaşanan iç savaşın da etkisiyle satranç, başlangıçta askeri ve parti kadrosu için bir eğitim aracı, ikinci olarak Sovyet toplumunu şekillendirmek için kültürel bir araç ve en sonunda da Sovyetlerin üstünlüğünü kanıtlamak için bir propaganda aracı olarak faydalı görülmüştür.

Ekim Devrimi sonrasında başlayan iç savaşla birlikte satranç ile askeri beceri arasında benzerlik kurulmuş, askerlerin eğitim programına satranç konulmuştur. Askerlere satranç eğitimi verilmesinde ve satrancın politikleştirilerek devletin desteğinin sağlanmasında Bolşevik bir militan olan İlin-Jenevskiy’in payı büyük olmuştur. İlin-Jenevskiy satrancın hem askeri becerilerin geliştirilmesi hem de parti kadrolarının eğitilmesi için oldukça yararlı olduğunda ısrar ederek partinin ve devletin satranca destek vermesini sağlamıştır.

Satrancın kazandırdığı nitelikler ile ideal komünistin özellikleri arasında yakın paralellikler çizilmiştir. Hem satranç oyuncusu hem de komünist becerikli ve yaratıcı olmalı, hem strateji hem de taktikler konusunda hislere sahip olmalı ve özellikle tüm engelleri aşmak ve herhangi bir “kaleye” saldırmak için sağlam bir kararlılığa sahip olmalıydı. Bundan dolayı parti kadrolarının aldıkları politik eğitimin yanında satranç eğitimi de verilmiş ve böylece satranç ilk olarak ordu, sonrasında parti kadroları aracılığıyla Rus halkının önemli bir kesimine yayılmaya başlamıştır.

Sovyet Satranç Şampiyonası

İlin-Jenevskiy’in girişimleriyle 1920’de ilk Sovyet Satranç Şampiyonası yapılmıştır. Turnuvanın organizasyonunu kolaylaştırmak için askeri kaynaklar kullanılmış ve turnuva kışlada yapılmıştır. Kışla soğuk, sert yataklara sahip olmakla birlikte yemekler de yetersiz asker tayınlarıyla sınırlıydı. Fakat bu kısıtlı imkanlar iç savaşın sürdüğü koşullar içerisinde en iyi imkanlar olmuştur. Nitekim turnuva sırasında gıda sıkıntısı da yaşanmıştır. 200 gram ekmek ve akşamları kızarmış ringa balığı ile ringa balığı çorbasından oluşan tayınların oyuncular için yetersiz kalması nedeniyle huzursuzluk başlamıştır. Buna ek olarak seyahat masraflarının ödenmemesi ve ödüllerin verilmeyeceğine dair söylentilerin başlaması nedeniyle oyuncular turnuvanın beşinci turunu oynamayı reddederek greve gitmişlerdir. Oyuncular ekmek tayınında artış, sigara ve peynir isteklerini barındıran ültimatomu turnuva yönetimine sunmuşlardır. İsteklerinin kabul edilmesinden sonra oyuncular turnuvaya devam etmişlerdir.

24 Ekim 1920’de tamamlanan turnuvayı Alekhine birinci, Romanovskiy ikinci, Levenfish üçüncü bitirmiştir. İlin-Jenevskiy ise on altı kişi arasında dokuzuncu olmuştur. Turnuvanın sonunda vadedilen ödüller verilmemiştir. Bunun yerine yurt dışına kaçan zenginlerin el konulan çeşitli eşyaları ödül olarak verilmiştir. Bu eşyalar bir odaya konulmuş ve sırasıyla Alekhine, Romanovskiy, Levenfish odaya girerek değerli gördükleri eşyayı ödül olarak seçmişlerdir.

Politik Satranç ve İşçiler

Turnuva sonrasında İlin-Jenevskiy, devrim öncesinde satrancın ayrıcalıklı sınıflara ait olduğunu belirterek devrimle birlikte satrancın proleter yaşamın bir parçası olduğunu ileri sürmüş ve “politik satranç” fikrini ortaya atmıştır. Satrancın politik bir araç olarak kullanılmasına dair önemli vurgularda bulunduktan sonra satrancın proletaryanın entelektüel birikimine katkı yapacağı ve kapitalizme karşı mücadelesinde gücünü arttıracağını belirtmiştir. “Satranç entelektüel kültürün güçlü bir silahıdır!”, “İşçilere satranç götürün!”, “Satranç, her işçi kulübünün ve her köylü okuma odasının bir özelliği haline gelmelidir!” gibi sloganlarla satrancın halka yayılmasına dair kararlar alınmıştır.

İlin-Jenevskiy’in girişimlerini devam ettiren Bolşevik bir militan olan Nikolay Vasilyeviç Krilenko olmuştur. Krilenko ile birlikte satrancın askeri personeli ve parti kadrosunu eğitmek için kullanılması gibi bir fikirden kitlelerin kültürel seviyesini artıracak bir araç olarak görülmesi fikrine geçilmiştir. Görece geri bir ülkede sosyalizmin kurulması zorunluluğuyla karşı karşıya kalan parti, proletaryanın kültürel gelişimi için satrancı kullanmak istemiştir. Böylece satranç, resmi işçi örgütleriyle bağlantılı hale getirilmiş ve kitlelere yayılmıştır. Krilenko kitlelere satrancı yaymakla birlikte dünya çapında satranç kadroları da yetiştirmeyi hedeflemiştir. Krilenko, dünyanın en iyi satranç oyuncularının da katıldığı 1925 Moskova Uluslararası Satranç Turnuvası düzenlemeyi başarmış ve bu turnuva da satrancın kitleselleşmesine neden olmuştur.

Bir ay süren turnuva Sovyet halkında büyük bir heyecan yaratmıştır. Turnuvanın her turunun biletleri günler öncesinden tükenmiştir. Halkın turnuvayı izlemesi için sokaklara büyük panolar yerleştirilmiştir. Moskova’nın her yerinde, günlük sonuçlar satranç hayranları tarafından yayımlanmış ve turnuva insanların yaptıkları sohbetlerin ana konusu olmuştur. Turnuva haberleri, radyo mesajları ve gazete makaleleri ile turnuvanın heyecanı Sovyetler Birliği’nin her yerine yayılmıştır. Diğer yandan bu turnuva video kaydı olan ilk turnuva olmuştur. Bu görüntülerden Pudovkin’in yönetmenliğini yaptığı Satranç Ateşi filmi de çekilmiştir.

Satranç Bölümü Fabrikalarda ve Köylerde

1925’teki turnuvanın ardından fabrikalarda ve köylerde satrancı öğretmek ve tanıtmak için bir kampanya yürütülmüştür. Satranç Bölümü tarafından istihdam edilen birçok alt düzey satranç ustası gezici propagandacılar olarak ülkeyi dolaşarak satranç öğretmişlerdir. Yerel fizik kültür komitelerinde satranç bölümleri kurulmuş, gazetelerde satranç köşeleri başlatılmış, satranç dersleri verilmiş ve yerel yarışmalar düzenlenmiştir. Kampanyanın odak noktası ise işçiler ve onların çocukları olmuştur. 1926 yılının sonunda Satranç Bölümü, kampanyadaki ilerlemeyi değerlendirmek için N. Grigoriev'i on haftalık bir araştırma gezisine göndermiştir. Grigoriev gittiği her yerde ilginin yüksek olduğunu görmüş ve satranç örgütlerinin geliştiğini ifade etmiştir. “Büyük bir satranç dalgası Sovyetler Birliği’ni kasıp kavurmuş” diye belirtmiştir. Buna rağmen taşra şehirleri ile kırsal kesimde satranca yönelik ilgiyi kanalize edecek yeterli örgütlenme oluşturulamamıştır. Yerel örgütler ilgiye karşılık verilemediği için satranca yönelik coşkunun büyük bir kısmının dağıldığını söylemişlerdir. Bununla birlikte Satranç Bölümü’nden dersler ve turnuvalar düzenlenmek, satranç kulüpleri kurmak için daha fazla satranç ustası gönderilmelerini istemişlerdir.

Bu atılım doğrultusunda satranç özellikle fabrikalara sokulmuş ve öğle yemeği arası etkinliği haline gelmiştir. Ayrıca satranç işçi evlerinde ve apartmanlarında oynanmaya başlanmıştır. 1929 yılında işçi örgütlerindeki satranç oyuncusu sayısı 125 bine varmıştır. Fabrikalardaki bu gelişmeye rağmen kırsal kesimdeki çalışmalar yine kadro yetersizliğinden dolayı sınırlı kalmıştır. Kırsal kesimde satranç köy odaları ve okumaları ile sınırlı kalmaya devam etmiştir.

Bunlarla birlikte yeni “Sovyet insanının” oluşturulmasında da satranca özel bir önem verilmiş ve çocuklar ile gençler arasında satrancı yaygınlaştırma çabalarında da bulunulmuştur. Bu çabalar sonucunda ortaya çıkan genç Sovyet satranç ustalarıyla 1935’te 2. Moskova Uluslararası Satranç Turnuvası’na katılınmış ve Botvinnik bu turnuvada ikinci olmuştur. Ertesi yıl Nottingham’da düzenlenen turnuvada Botvinnik’in şampiyon olmasıyla Pravda gazetesinde Sovyetler Birliği’nin “satranç ülkesi” olduğu ilan edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı Sırasında Satranç

İkinci Dünya Savaşı sırasında satranç, savaşta halka moral verme ve propaganda amaçlı olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Moskova ağırlıklı olmak üzere yaralı askerlerin tedavi sürecinde satrancın önemli bir yeri olmuştur. Diğer yandan hayatın olağan akışının devam ettiğini göstermek amacıyla kuşatma altındaki şehirlerde turnuvalar düzenlenmiş ve böylece halka moral verilmek istenmiştir.

Saldırılara ve kuşatmaya rağmen Leningrad Spor Komitesi Satranç Müfettişi Abram Iakovlevich Model, 1943’ün sonlarında kentte bir satranç bölümü kurulmuştur. Askeri birimler ve hastanelerde dersler vermiş ve turnuvalar düzenlemiştir. Satranç çalışmalarının yanı sıra açlıktan ölmek üzere olan çocukları tahliye eden nakliye araçlarının komutanıydı. Model bu taşımalar sırasında satrancın çocukları sakin tutmaya yardımcı olduğunu görmüştür. Model’in tahliye ettiği binlerce çocuk arasında, geleceğin dünya satranç şampiyonu Boris Spasskiy de bulunmuş ve bu tahliye sırasında satranç oynamayı öğrenmiştir.

Moskova Satranç Kulübü Direktörü Alatortsev ve arkadaşı Boris Samoilovich Vainshtein ise hastanelerde binlerce maç ve turnuva organize etmişlerdir. Alatortsev, hastane satrancının temel amacının yaralıların savaşa daha erken ve gelişmiş bir savaşçı ruhla geri dönmesine yardımcı olmak gibi çok pragmatik bir hedefi olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca satrancın, sürükleyici ama hareketsiz bir faaliyet olduğu için daha hızlı iyileşmeyi sağladığını ifade etmiştir. Satranç saldırının ve savunmanın değerini takdir etme, sabır ve sebat geliştirme ve zor durumlarla baş etme becerisini geliştirme gibi askeri becerileri de öğrettiği belirtmiştir. Askeri hastanelerdeki maçlara ve konferanslara 200 binden fazla asker katılmıştır.

Soğuk Savaş ve Satranç

Savaşın ardından Sovyetler Birliği, satrançtaki üstünlüğünü bütün dünyaya kabul ettirmeye yönelmiştir. Bunun için de 1 Eylül 1945’te ABD ile SSCB oyuncuları arasında satranç maçı gerçekleşmiş ve SSCB 15.5-4.5 gibi bir skorla maçı kazanmıştır. ABD’nin ardından Britanya ile maç yapan SSCB ekibi bu maçı da 18-6 gibi bir skorla kazandı. Bu maçta İngiliz ekibinin ortalama yaşı kırk iki iken, Sovyet ekibinin ortalama yaşı yirmi sekizdi. Bu durum Krilenko yeni nesil Sovyet ustalar yetiştirme hedefinin başarıldığını göstermekteydi. Eylül 1946’da ABD’li ekiple Moskova’da bir satranç maçı daha yapıldı. Bu maçı da SSCB 12.5-7.5 kazandı. Bu maçların ardından 1948’de yeni dünya şampiyonunun belirleneceği turnuva gerçekleştirilmiştir. İlk yarısı Lahey’de, ikinci yarısı da Moskova’da oynanan turnuvanın şampiyonu Botvinnik olmuş ve Sovyetler Birliği, dünya satrancında hegemonik bir güç haline gelmiştir.

Bütün bunlarla birlikte satranç Sovyet insanın yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bir Sovyet insanının akşamlarını satranç kulübünde geçirmesi iyi Sovyet davranışının bir özelliği haline gelmiştir. Satranç kültürel olarak geri durumdaki işçilerin ve köylülerin entelektüel düzeylerini arttırmada başarılı olmuş, yaratılmak istenen yeni Sovyet insanın oluşumunda büyük pay sahibi olmuştur. Ayrıca satranç Sovyetler Birliği’nin diğer küresel güçler tarafından kabul edilmesi, dünyadaki insanlar tarafından meşruiyet kazanmasını da sağlamıştır. Soğuk Savaş döneminde ise satranç, Sovyetler Birliği’nin güç gösterisi ve propaganda yaptığı önemli alanlardan biri olmuştur. Ve satranç bugün de post-Sovyet ülkelerinde etkisini sürdürmekle birlikte bu ülkeler tarafından Sovyetler Birliği’ndekine benzer amaçlarla kullanılmaya devam etmektedir.

25 Ağustos 2021 Çarşamba

“Bu Alanın Dışında Yürüme”

(El Yazmaları, 25 Ağustos 2021)

Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesinin ardından, özellikle sosyal medyaya çığ gibi düşen görüntüler çoğu insanda “şok etkisi” yarattı. Kimi zaman acı pornografisine kimi zaman “sahip olduğumuz” haklara şükretmeye dönüşen izleme seansları, Susan Sontag’ın[1] da belirttiği üzere, politik bilincimiz ve ufkumuza dair önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu tartışmaların gerek içeriği gerekse de çizdiği sınırlar, akla uçaktan düşerek can veren iki Afgan’ın tutunduğu kanatlarda yazan şu cümleyi getirdi: “Do Not Walk Outside This Area”, yani “Bu Alanın Dışında Yürüme”. Peki bu “alanın” içerisi ve dışarısı bizler için ne ifade ediyor?

Kadınlar “Endişeli” Değil

Taliban’ın iktidarı almasıyla haklarında “endişelenilen” ilk kesim kadınlar oldu. Daha önceki Taliban deneyiminde kadınların zorla burka giydirilme, taşlanarak öldürülme gibi uygulamalara maruz bırakılmaları bir yönüyle bu “endişelerin” haklı olduğunu gösteriyor. Fakat son yıllarda dünya çapında yeri göğü inleten, Lübnan’dan Türkiye’ye, İran’dan Şili’ye halk isyanlarının öncülüğünü de yapan kadınların yan yana gelişinden doğan gücü, bu “endişelerden” büyük olduğunu ortaya koydu, koymaya devam ediyor. Öyle ki Taliban yaptığı ilk açıklamaların neredeyse tamamında kadınlara uygulayacağı “olumlu” politikalardan bahsetmek zorunda kaldı. Nitekim kadınlar ilk günden Kabil sokaklarına dökülerek, eli silahlı Taliban erkeklerinin çaresizce kadınların sloganlarını dinlemelerini sağladı. Buna ek olarak Afganistan’ın kuzeyinde kadınlar Taliban’a karşı öz savunma için silahlandılar. Başta İran ve Türkiye’de olmak üzere Afganistanlı kadınlara destek için kadınlar sokaklara çıkarak mücadelelerinin ve dayanışmalarının büyüklüğünü açıkça gösterdiler.

Öte yandan endişeliler ise kadınların Taliban’ın ilk iktidarı dönemindeki görüntüleri yayarak oluşturdukları izleme seanslarını öne çıkarmayı tercih ettiler. Bu izleme tercihi, beraberinde ülkemizde kadınların sahip oldukları haklara “şükretmeleri” ve Afganistanlı kadınların Taliban’dan “kurtarılması” için “her türlü” dış müdahalenin yapılması gibi siyasi tercihleri de getirmiş durumda. Kadınların özne olmadığı bir siyasi “alanı” tanımlayan bu tercih, kadınların on yıllardır sürdürdüğü mücadeleyi hiçe sayarak erkek egemen bakışı yeniden üretmekle kalmıyor, tanımlanmayan “dış müdahale” kavramıyla halkın özne olduğu mücadeleyi de hiç sayarak “elitist” bakışı yeniden üretiyor. Ve üretilen bu alan akla en uygun seçenek haline getirilirken, alanın dışında olmak “aptallık” ya da hayalcilikle suçlanıyor. Fakat hangi seçeneğin gerçekçi olduğunu ve kadınların “yararına” olduğunu “alanın” dışında mücadele ederek eli silahlı Taliban erkeklerini çaresiz bırakan kadınlar dosta düşmana gösteriyor. Dolayısıyla alanın dışında yürüyen kadınlar, “endişeli” olmaktansa öfkeli ve örgütlü olmak gerektiğini bir kez daha öğretiyorlar.

“Farklılar” Ama “Aynılar”

Bir diğer tartışma konusu ise Afganistan’a yönelik dış müdahale. ABD işgaliyle birlikte Afganistan’a az da olsa demokrasinin getirilmesi, Afgan halkının “medeniyet” ile buluşturulması Taliban gibi “orta çağdan” kalma bir rejime tercih edilmekte. Afganistan’da kitlesel solun bulunmaması, SSCB gibi alternatif bir küresel gücün olmaması gibi nedenler de Afgan halkının yararı ve Taliban gibi “gericilerin” ezilmesi için ABD’nin (ve tabii batının) orada bulunması gerektiğini ileri sürmekte. Fakat ABD işgali süresince Afganistan’a ne demokrasinin ne de medeniyetin geldiği somut gerçeklerle ortada. “Demokratik” seçimle[2] gelen Cumhurbaşkanı Eşref Gani, kaçarken halkın parasını kaçırmakta hiçbir beis görmedi. “Medenileşme” sürecinde ise, Tarık Ali’nin gösterdiği üzere[3], halk yoksulluktan kurtulmadı, Afganistan’ın küresel eroin pazarındaki payı yüzde 90’a çıktı. ABD’nin “medeniyeti” orta çağdan farklı mı?

Bu düşüncenin tam tersi ise (Perinçek’te somutlaştığı üzere) emperyalistleri yenen her gücün meşru olduğu ve desteklenmesi gerektiği düşüncesi. SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD’nin imparatorluğunu ilan edip ilk hamlesini yaptığı Afganistan’dan çekilmesi, elbette emperyalizmin bir yenilgisi olarak tarihe yazılmalıdır. Fakat bu yenilgiyi Taliban’ın hanesine yazarak onu anti-emperyalist ve “yurtsever” ilan etmek, en hafif ifadeyle “ahmaklık” değilse siyasal bir hezeyan içinde olunduğunu gösteriyor. Ve bu siyasal hezeyana yol açan bakış, kapitalizmin içinde bulunduğu ve giderek derinleşen yapısal krizini görmezden geliyor.

Yerkürenin her tarafına yayılan kapitalizmin yaşadığı kriz, küresel sermayenin merkezi olan ABD’nin dünyadaki hegemonyasını sarsmayı sürdürüyor. Sarsılan hegemonya başta Çin olmak üzere diğer küresel güç adaylarının önünü açıyor, krizi daha da derinleştiriyor. Bundan dolayı ABD, hâlâ en güçlü olsa da azalan gücünü verimli kullanarak hegemonyasını sürdürme çabasında.[4]

Tekrarlamak gerekir ki ABD’nin gücünün azalmasında kapitalizmin krizi esas öğe olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında işçilerin, emekçilerin ve halkların “ufak” olarak görülen mücadelelerinin payı büyüktür. Dolayısıyla ABD’nin yenilgisinin derinlerinde yatan bu sebebi görmeyip, Kabil’e girmeden küresel sermayeye gülücük saçan, Çin sermayesiyle anlaşmaya varan Taliban’ı “anti-emperyalist” görmek siyasal hezeyan değildir de nedir?

Alan Dışına Yürümek

Bu iki “farklı” bakış açısının da aslında “ortak” bir alanda buluştuğu görülüyor. Bu ortak “alana” göre Afganistan’daki durum (ve genel olarak dünyadaki herhangi bir durum) esas olarak dış özne tarafından belirleniyor ve iç özneler de dış özne/ler tarafından belirleniyorlar. Ve ancak bu belirlenmiş halleriyle de kısmen belirleyici oluyorlar.[5] Dolayısıyla Afgan halkı özelinde, ama genel olarak işçilerin, emekçilerin ve halkların belirleyici özne olabilme ihtimalleri yok sayılıyor. Yok sayan bakış açısı, aslında izlenen siyasal hattın da dış özne, yani ABD, tarafından belirlendiğini gösteriyor. Böylece iki “farklı” bakış açısı, kapitalizm ve emperyalizmin ufkuyla sınırlanmış bir “alan” içerisinde bulunuyor.

Hâlbuki dünyanın dört bir yanında son yıllarda gerçekleşen halkçı direnişler ve özellikle Orta Doğu’da uç veren yoksulların mücadelesi ufkumuzu kapitalizmin ötesine taşımamız gerektiğini açıkça söylüyor. Son 4 yıla bakıp da Orta Doğu’nun neredeyse her ülkesinde yoksulların sokaklara indiğini hatırladığımızda, bu ufkun “hayale” değil çok berrak bir gerçekliğe dayandığı ortada duruyor. Ve bu sokağa iniş, sanılanın aksine bölge halklarının yıllardır izlediği siyasal hattın artık dini saikle değil, sınıfsal saiklerin tohumunu barındırdığına işaret ediyor. Bununla birlikte kadın mücadelesinin dünyayı sarsan niteliği de göz önüne alındığında, halkın özneleştiği bir siyasal alan önemli bir olasılık olarak beliriyor. İşçiler, emekçiler, halklar ve kadınlar belirlenen alanın dışındaki alana giden bu yolda beraberce yürümeye devam ettiği taktirde “önemli” olasılık “güçlü” olana evrilebilecek ve kanayan ortak yaralarımız uzun zamandır beklediği ilaca kavuşacaktır.

Turgut Uyar’ın dediği gibi:

“El ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen,

Benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar.”

Dipnotlar:

[1] “Fotoğraftan ahlaki olarak etkilenmeyi belirleyen şey politik bilinçtir” der Susan Sontag.

[2] 2019’daki seçimde geçerli oy oranının yüzde 18,87 olduğunu hatırlatalım. Bkz: https://en.wikipedia.org/wiki/2019_Afghan_presidential_election

[3] https://elyazmalari.com/2021/08/18/afganistandaki-bozgun-tarik-ali/

[4] https://elyazmalari.com/2021/08/09/yine-ve-yeniden-afganistan/

[5] Taliban’ın “anti-emperyalist” olmasının ABD dolayımıyla belirlendiğini belirtelim.

18 Ağustos 2021 Çarşamba

(Çeviri) Afganistan’daki Bozgun – Tarık Ali

Kabil’in 15 Ağustos 2021’de Taliban’ın eline geçmesi, Amerikan İmparatorluğu için büyük bir siyasi ve ideolojik yenilgidir. ABD Büyükelçiliği personelini Kabil havaalanına taşıyan helikopterlerin kalabalığı, şaşırtıcı bir şekilde Nisan 1975’te Saygon’daki – şimdi Ho Chi Minh Şehri – sahneleri andırıyordu. Taliban güçlerinin ülkeyi işgal etme hızı şaşırtıcı; strateji zekâları dikkat çekiciydi. Kabil’e yönelik bir haftalık taarruz muzaffer bir şekilde sona erdi. 300.000 kişilik Afgan ordusu çöktü. Birçoğu savaşmayı reddetti. Aslında binlercesi, kukla hükümetin koşulsuz hemen teslim olmasını talep eden Taliban’a katıldı. ABD medyasının gözdesi olan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, ülkeden kaçarak Umman’a sığındı.[1] Yeniden canlanan Emirliğin bayrağı şimdi Başkanlık sarayının üzerinde dalgalanıyor. Bazı açılardan buna en yakın benzetme ise Saygon değil, Mehdi güçlerinin Hartum’a girip General Gordon’u şehit ettiği on dokuzuncu yüzyıl Sudan’ıdır. William Morris, Mehdi’nin zaferini Britanya İmparatorluğu için bir gerileme olarak görüp kutladı. Ancak Sudanlı isyancılar bütün bir garnizonu öldürürken, Kabil çok az kan dökülmesiyle el değiştirdi. Taliban, bırakın Amerikan personelini hedef almak, ABD büyükelçiliğini ele geçirme girişiminde bile bulunmadı.

Böylece ‘Terörle Savaş’ın yirminci yıldönümü ABD, NATO ve kazanacaklarını umarak onları destekleyen diğerleri için öngörülebilir ve tahmin edilebilir bir yenilgiyle sonuçlandı. Ancak Taliban’ın politikalarına bakılırsa –bu politikaları yıllardır sert bir şekilde eleştiririm – başarılı oldukları inkâr edilemez. ABD’nin Arap ülkelerini birbiri ardına mahvettiği bir dönemde, işgalcilere meydan okuyabilecek hiçbir direniş ortaya çıkmadı. Bu yenilgi bir dönüm noktası olabilir. Avrupalı politikacılar bu yüzden mızmızlanıyorlar. ABD’yi Afganistan’da kayıtsız şartsız desteklediler ve onlar da – İngiltere’den daha fazla olmasa da- aşağılanmaya maruz kaldılar.

Biden’ın başka seçeneği kalmamıştı. ABD, “özgürlükçü” amaçlarından hiçbirini gerçekleştiremeden Eylül 2021’de Afganistan’dan çekileceğini açıklamıştı: özgürlük ve demokrasi, kadınlar için eşit haklar ve Taliban’ın yok edilmesi. Askeri olarak yenilmemiş olsa da, hayata küsmüş liberaller tarafından dökülen gözyaşları ABD’nin kaybının daha derin boyutları olduğunu doğruluyor. Çoğu liberal– NYT’den [New York Times-ç.n.] Frederick Kagan, FT’den [Financial Times-ç.n.] Gideon Rachman – Taliban’ı bu sınırlarda tutmak için çekilmenin ertelenmesi gerektiğine inanıyordu. Ancak Biden, Pentagon’un desteğiyle Trump tarafından başlatılan ve Şubat 2020’de ABD, Taliban, Hindistan, Çin ve Pakistan’ın katılımıyla bir anlaşmaya varılan barış sürecini onaylıyordu. Amerikan güvenlik güçleri işgalin başarısız olduğunu biliyordu: ABD güçleri ne kadar uzun süre kalırsa kalsın Taliban’a boyun eğdirilemezdi. Biden’ın aceleyle geri çekilmesinin militanları bir şekilde güçlendirdiği fikri ise saçmalık.

Gerçek şu ki, yirmi yıldan fazla bir süredir ABD, misyonunu kurtarabilecek hiçbir şey inşa edemedi. Parlak bir şekilde aydınlatılan Yeşil Bölge her zaman, bu bölgede olanların anlayamadığı bir karanlıkla çevriliydi. Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Afganistan’da, ABD askerlerinin ve görevlilerinin barındığı kışlaların havalandırması için yılda milyarlarca dolar harcanırken, Katar, Suudi Arabistan ve Kuveyt’teki üslerden düzenli olarak yiyecek ve giyecek getiriliyordu. Kabil kentinin kenarlarında yoksulların çöp kutularında yemek artıkları bulmak için bir araya geldikleri büyük bir gecekondu mahallesinin büyümesi pek de şaşırtıcı değildi. Afgan güvenlik güçlerine ödenen düşük ücretler onları yurttaşlarına karşı savaşmaya ikna edemedi. Modern askeri teçhizatın kullanımı konusunda ücretsiz eğitim almak ve Afgan direnişi için casusluk yapmak isteyen Taliban destekçileri, yirmi yıldan fazla bir süredir inşa edilen orduya erken bir aşamada sızmıştı.

Bu, “insani müdahale”nin acınası gerçekliğiydi. Hakkını verelim: Ülkenin ihracatında büyük bir artış oldu. Taliban yıllarında afyon üretimi sıkı bir şekilde izlendi. ABD işgalinden bu yana afyon üretimi dramatik bir şekilde arttı ve şimdi küresel eroin pazarının yüzde 90’ını oluşturuyor – bu uzun süreli çatışmanın en azından kısmen yeni bir afyon savaşı olarak görülmesi gerekip gerekmediği merak ediliyor. Trilyonlarca kâr elde edildi ve işgale hizmet eden Afgan kesimleri arasında paylaştırıldı. Batılı görevlilere, ticareti mümkün kılmaları için cömertçe paralar ödendi. Her on genç Afgan’dan biri artık afyon bağımlısı. NATO kuvvetleri için rakamlar mevcut değil.

Kadınların statüsüne gelince, değişen pek bir şey yok. STK’ların etrafını sardığı Yeşil Bölge dışında çok az sosyal ilerleme oldu. Ülkenin önde gelen sürgündeki feministlerinden biri, Afgan kadınlarının üç düşmanı olduğunu belirtti: Batı işgali, Taliban ve Kuzey İttifakı[2]. ABD’nin ayrılmasıyla ikiye düşeceklerini söyledi. (Taliban’ın kuzeydeki ilerleyişi, Kabil’i ele geçirmeden önce İttifak’ın kilit gruplarını ortadan kaldırdığı için, bu yazı yazılırken belki bir tane bile olabilir). Gazetecilerin ve mücadele edenlerin tekrarlanan taleplerine rağmen, işgal ordularına hizmet eden ve giderek büyüyen seks işçiliği endüstrisi hakkında güvenilir rakamlar açıklanmadı. ABD askerleri sıklıkla “terör şüphelilerine” cinsel şiddet uygulayıp, Afgan sivillere tecavüz edip ve müttefik milislerin çocuk istismarı yapmalarına izin verse de, güvenilir tecavüz istatistikleri de yok. Yugoslav iç savaşı sırasında fuhuş çoğalmış ve bölge seks ticaretinin merkezi haline gelmişti. BM’nin bu kârlı işe dahil olması çarpıcı bir şekilde belgelenmişti. Afganistan’da, tüm ayrıntılar henüz ortaya çıkmadı.

2001’den bu yana Afganistan’da 775 binden fazla ABD askeri savaştı. Bunlardan 2.448’i ve yaklaşık 4 bin ABD’li sözleşmeli personel öldürüldü. Savunma Bakanlığı’na göre operasyonlarda yaklaşık 20.589 kişi yaralandı. Sivilleri içeren ‘düşman ölümleri’ sayılmadığı için Afgan ölü sayısını hesaplamak zor. Savunma Alternatifleri Projesi’nden Carl Conetta, hem doğrudan hava bombardımanı saldırısının nedeniyle hem de dolaylı olarak bu saldırıların ardından gelen insani kriz nedeniyle ABD saldırılarının 2002 yılı Ocak ayı ortasından bu yana en az 4,200-4,500 sivilin ölümüne neden olduğunu tahmin ediyor. Associated Press, 2021 yılına kadar işgal nedeniyle 47.245 sivilin öldüğünü bildiriyordu. Afgan sivil haklar aktivistleri daha yüksek bir rakam verdi ve 100 bin Afgan’ın (çoğu savaşçı olmayan) öldüğünü ve bu sayının üç katı kadar kişinin yaralandığı konusunda ısrar etti.

2019’da Washington Post, en uzun savaşının başarısızlıklarını incelemek için ABD federal hükümeti tarafından görevlendirilen komisyonun 2 bin sayfalık raporunu yayınladı: “Afganistan Belgeleri“. Rapor ABD’li generaller (emekliler ve görevdekiler), siyasi danışmanlar, diplomatlar, yardım görevlileri vb. ile yapılan bir dizi röportaja dayanıyordu. Ortak değerlendirmeleri ise savaşı lanetlemeleriydi. Bush ve Obama döneminde ‘Afgan savaşının çarı’ olan General Douglas Lute, ‘Afganistan hakkında temel bir anlayıştan yoksunduk – ne yaptığımızı bilmiyorduk… Ne yaptığımıza dair en ufak bir fikrimiz yoktu… Amerikan halkı bu işlevsizliğin büyüklüğünü bilseydi’ diye itiraf etmekteydi. Bir başka tanık, emekli bir Donanmacı ve Bush ve Obama yönetiminde Beyaz Saray çalışanı olan Jeffrey Eggers, muazzam kaynak israfının altını çizdi: “1 trilyon dolarlık çabanın karşılığında ne aldık? 1 trilyon dolar değerinde miydi?… Usame bin Ladin’in öldürülmesinden sonra, Afganistan’a ne kadar harcadığımızı düşününce Usame’nin muhtemelen sulu mezarında[3] güldüğünü söyledim.” Şunu ekledi: “Yine de kaybettik”

Düşman kimdi? Taliban, Pakistan, bütün Afganlar mı? Uzun süredir görev yapan bir ABD askeri, Afgan polisinin en az üçte birinin uyuşturucu bağımlısı olduğuna ve diğer büyük bir kısmının da Taliban destekçisi olduğuna ikna olmuştu. Adı açıklanmayan bir Özel Kuvvetler komutanının 2017’de ifade ettiği gibi, bu ABD askerleri için büyük bir sorun teşkil ediyordu: ‘Onlara iyi adamların ve kötü adamların nerede yaşadığını göstermek için bir haritayla geleceğimi düşündüler… Bu bilginin elimde olmadığını anlamaları için birkaç tartışma yaşandı. İlk başta sürekli “Ama kötü adamlar kimler, neredeler?” diye sorup durdular.

Donald Rumsfeld 2003’te aynı duyguyu dile getirdi. “Afganistan veya Irak’taki kötü adamların kim olduğuna dair hiçbir fikrim yok” diye yazmıştı. “Birimlerden gelen tüm istihbaratı okudum ve çok şey biliyormuşuz gibi geliyor, ama aslında, üzerini kazıdığınızda, eyleme geçirilebilecek hiçbir şeyimiz olmadığını anlıyorsunuz. İnsan istihbaratında ne yazık ki eksiğiz.’ Dost ve düşman arasında ayrım yapamama ciddi bir sorundur – sadece Schmittci[4] düzeyde değil, pratikte de. Kalabalık bir şehir pazarında bir EYP [El Yapımı Patlayıcı-ç.n.] saldırısından sonra müttefikler ve düşmanlar arasındaki farkı anlayamazsanız, herkese saldırarak karşılık verir ve bu süreçte daha fazla düşman yaratırsınız.

Üç generalin danışmanı olan Albay Christopher Kolenda, ABD misyonuyla ilgili başka bir soruna işaret etti. Yolsuzluk en başından beri yaygındı, dedi, Karzai hükümeti “bir kleptokrasiye dönüşecek şekilde kendi kendini örgütledi’. Bu 2002 sonrasında, işgalden daha uzun süre dayanabilecek bir devlet inşa etme stratejisini baltaladı. ‘Küçük yolsuzluk cilt kanseri gibidir, bununla başa çıkmanın yolları vardır ve muhtemelen iyi olacaksınızdır. Bakanlıklarda, üst düzeydeki yolsuzluk kolon kanseri gibidir; daha kötü, ama zamanında farkına varırsan, muhtemelen iyi olacaksındır. Ancak Kleptokrasi beyin kanseri gibidir ve bu ölümcüldür.’ Tabii ki, kleptokrasinin her düzeyde yerleşik olduğu Pakistan devleti onlarca yıl hayatta kaldı. Ancak ulus inşa etme çabalarının işgalci bir ordu tarafından yönetildiği ve merkezi hükümete halk desteğinin yetersiz olduğu Afganistan’da işler o kadar kolay değildi.

Peki ya Taliban’ın bir daha geri dönmemek üzere bozguna uğratıldığına dair sahte raporlar? Milli Güvenlik Kurulu’ndan üst düzey bir isim, meslektaşlarının yayınladığı yalanları şöyle dile getirdi: “Bu onların açıklamalarıydı. Örneğin, [Taliban] saldırıları kötüye mi gidiyor? “Çünkü ateş edebilecekleri daha fazla hedef var, bu yüzden daha fazla saldırı istikrarsızlığın hatalı bir göstergesi.” Üç ay sonra, saldırılar hâlâ kötüye mi gidiyor? “Bu saldırılar aslında Taliban çaresizleştiği için, dolayısıyla bu bizim kazandığımızın bir göstergesi”… Ve bu iki nedenden dolayı devam etti: Orada bulunan herkesin iyi görünmesini sağlamak ve askeri birlikler ile maddi kaynakların ortadan kaldırılmasının ülkenin kötüleşmesine neden olacak türden bir etkiye sahip olduğunu göstermek için.’

Bütün bunlar NATO Avrupa’nın bürolarında ve savunma bakanlıklarında açık bir sırdı. Ekim 2014’te İngiliz Savunma Bakanı Michael Fallon, ‘Askeri olarak hatalar yapıldı, o zamanki politikacılar tarafından hatalar yapıldı ve bu 10, 13 yıl öncesine dayanıyor… Koşullar ne olursa olsun askeri birlikleri Afganistan’a geri göndermeyeceğiz’ diye itirafta bulunmuştu. Dört yıl sonra, Başbakan Theresa May İngiliz askeri birliklerini Afganistan’a yeniden konuşlandırdı ve ‘kırılgan güvenlik durumunun üstesinden gelmeye yardımcı olmak için’ askerlerinin sayısını ikiye katladı. Şimdi Birleşik Krallık medyası Dışişleri Bakanlığı’nın dediklerini tekrarlıyor ve Biden’ı yanlış zamanda yanlış bir hamle yaptığı için eleştirirken, İngiliz Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunan Sir Nick Carter yeni bir işgalin gerekli olabileceğini öne sürüyor. Muhafazakârlar, sömürgeci nostaljiciler, yardakçı gazeteciler ve Blair-yalakaları, savaşın parçaladığı devlette kalıcı bir İngiliz varlığı çağrısı yapmak için sıraya giriyorlar.

Şaşırtıcı olan şu ki, ne General Carter ne de yardımcıları, “Afganistan Belgeleri”nde belirtildiği gibi, ABD savaş makinesinin karşı karşıya olduğu krizin boyutunu kabul etmiş görünmüyorlar. Amerikan askeri planlamacıları yavaş yavaş gerçeğe uyanırken, İngiliz mevkidaşları hala Afganistan’ın fantezi imajına tutunuyorlar. Bazıları, El Kaide’nin yeni İslam Emirliği altında yeniden örgütlenirken çekilmenin Avrupa’nın güvenliğini riske atacağını savunuyor. Ancak bu görüşler iki yüzlücedir. ABD ve İngiltere, Bosna ve Libya’da olduğu gibi Suriye’de de El Kaide’yi silahlandırmak ve desteklemek için yıllarını harcadılar. Bu tür korku tellallığı ancak bir cehalet bataklığında işleyebilir. Fakat bu İngiliz halkı için, en azından, tutmuş gibi görünmüyor. Tarih bazen gerçeklerin canlı bir şekilde gösterilmesi veya elitlerin teşhir edilmesi yoluyla bir ülkenin acil gerçeklerini bastırır. Mevcut geri çekilme muhtemelen böyle bir andır. Teröre Karşı Savaş’a zaten düşman olan Britanyalılar, gelecekteki askeri fetihlere karşı muhalefetlerini sertleştirebilirler.

Gelecek ne gösterir? Irak ve Suriye için geliştirilen modeli kopyalayan ABD, Afganistan’a uçmaya ve gerektiğinde bombalamaya, öldürmeye ve sakatlamaya hazır ve 2500 askerden oluşan kalıcı bir özel askeri birliğin Kuveyt’teki üssünde konuşlanacağını duyurdu. Bu arada, üst düzey bir Taliban heyeti geçen Temmuz ayında Çin’i ziyaret ederek, ülkelerinin bir daha asla diğer devletlere yönelik saldırılar için merdiven basamağı olarak kullanılmayacağını taahhüt etti. Çin Dışişleri Bakanı ile ticari ve ekonomik ilişkileri kapsayan samimi görüşmeler yapıldı. Zirve, 1980’lerde Afgan mücahitleri ile Batılı liderler arasındaki benzer toplantıları hatırlattı: Bu heyetlerin ilki, Beyaz Saray’ın veya Downing Street 10 Numara’nın muhteşem arka fonunda Vahabi kostümleri ve düzgün sakal kesimleriyle ortaya çıkmıştı. Ancak şimdi, NATO geri çekilirken, kilit oyuncular Çin, Rusya, İran ve Pakistan’dır (Pakistan Taliban’a şüphesiz stratejik yardım sağlamıştır ve bu, kendisi için büyük bir siyasi-askeri zaferdir). Sovyetlerin geri çekilmesinden sonra ABD ve müttefiklerinin istediklerinin tam tersine, hiçbiri yeni bir iç savaş istemiyor. Çin’in Tahran ve Moskova ile olan yakın ilişkisi, kuzeyde devam eden Rus etkisinin yardımıyla, bu travmatize edilmiş ülkenin vatandaşları için kırılgan bir barışı güvence altına almak için çalışmasını sağlayabilir.

Afganistan’ın yaş ortalamasına vurgu yapmak önemli: 40 milyonluk bir nüfusun yaş ortalaması 18. Kendi başına bu hiçbir şey ifade etmez. Ancak genç Afganların kırk yıllık çatışmadan sonra daha iyi bir yaşam için çaba göstereceklerine dair umut var. Afgan kadınları için tek bir düşman kalsa bile mücadele hiçbir şekilde bitmemiştir. Britanya’da ve başka yerlerde, savaşmak isteyenlerin odaklarını yakında NATO’nun kapısını çalacak olan mültecilere çevirmeleri gerekiyor. En azından sığınma, Batı’nın onlara borçlu olduğu şeydir: Bu gereksiz bir savaş için küçük bir tazminattır.

Dipnotlar:

[1] Bu bilgi henüz doğrulanmadı. (ç.n.)

[2] Taliban’a karşı savaşan silahlı İslamcı örgütlerden oluşan ittifak-ç.n.

[3] Bin Ladin’in cesedinin denize atılmasına atıf yapıyor.-ç.n.

[4] Carl Schmitt-ç.n.

(Bu yazı Türkçeye El Yazmaları için Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinali için: https://newleftreview.org/sidecar/posts/debacle-in-afghanistan )


İşte Bütün Mesele Bu: Kaygılı ya da “Akıl Dışı” Olmak

(El Yazmaları, 18 Ağustos 2021)

nemli bir kısmını kendini solcu-sosyalist olarak tanımlayan sanatçıların oluşturduğu “Sanatçılar Girişimi”, geçtiğimiz günlerde “Ülkemiz için kaygılıyız” başlıklı bir açıklama yayınladı. Ülkenin yoğun ve değişken gündemi nedeniyle birkaç gün ilgi odağı olabilen açıklama, “sol”un siyasal içeriğinin AKP’li yıllarda geçirdiği dönüşümü ve kapitalizm karşıtlığının derecesini göstermesi açısından önemli bir olgu niteliği de taşıyor. Bu nedenle açıklamayı incelerken solun güncel durumuna dair tespitlerde bulunmak, yaşadığımız kriz ortamında önemli bir olasılık olarak karşımızda duran halkçı bir seçeneğin gerçek kılınması için atılacak adımlara yön vermeyi de sağlayacaktır.

İktidar, Yönetim, Kurumlar

Yangın “felaketi” ile başlayıp ardından Afgan göçmen meselesi ile devam eden açıklamanın ilk bölümü, iktidarı (pardon “yönetimi”!) sorumluluğu üstlenmemekle suçluyor, bireylerin ve kurumların bir alt üst oluşa sürüklendiğini belirtiyor. Daha ilk bölümünden “ben bunun neresini düzelteyim” fıkrasını[1] andıran açıklama, bırakalım kapitalizm ve emperyalizmi, iktidarı bile suçlamaktan imtina ediyor. Öncelikle yangın “felaketi” Allah’tan gelen bir ceza değil, kapitalist üretim biçiminin neden olduğu ve bütün dünyayı etkileyen ekolojik krizin bir sonucu.  Ve var olan ekolojik krizi ciddiye almayarak yeterli müdahalede bulunmayan iktidar da “felaketin” oluşmasında pay sahibidir.

İkinci olarak Afgan göçmenlerin (ve Suriyeli göçmenlerin de) yollara düşmesinin en önemli nedeni ABD emperyalizminin on yıllardır sürdürdüğü savaş politikalarıdır.

Bunlara ek olarak AKP-MHP iktidarının bu meselelerdeki rolü sorumluluğu üstlenmemek değil, tam aksine bizzat fail olmaya yönelik çabalarıdır. Nitekim sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden iktidarın, teknik bir işlev gören “yönetim” olmadığı için sorumluluğu üstlenmek gibi bir derdi olamaz. Tam tersine AKP-MHP iktidarı da iktidar olmanın gereğini yerine getirerek olayların bizzat faili olmuştur ve ömrü yeterse olmaya da devam edecektir.

İktidar olmak, dönüştürücü ve değiştirici olmanın olmazsa olmaz koşulu olarak önümüzde hala durmaktadır. Teknik bir işlev olarak “yönetim”, Post-Marksizm’in iktidarsızlık vurgusuna nazaran “olumlu” olsa da solun iktidarı alma perspektifinden hâlâ uzakta olduğuna işaret ediyor.

İktidarın bireyleri ve kurumları alt üst oluşa sürüklemesi söylemi ise devlet aygıtının kurumlarıyla birlikte kimin çıkarına hizmet ettiğinin “unutulduğunu” gösteriyor. Ormanları, dereleri sermayenin talanına açarak “felaketlerin” gerçekleşmesini sağlayan AKP-MHP iktidarı, bireyleri ve kurumları sermayenin günümüzdeki çıkarları doğrultusunda dizayn etmiş ve bu bağlamda başkanlık sistemini getirmiştir. Yani bireyler ve kurumlar alt üst olmamış, sermayenin çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş önceki yönetim biçimlerinde olduğu gibi, kısmi bir değişim geçirmişlerdir. Bireyleri, kurumları ve yönetimiyle düzen, kapitalizmin yaşadığı derin krizi yansıtarak insanların yaşamını alt üst etmektedir.

Millilik ve Yerlilik

“Felaketler”de olduğu gibi göçmenlik konusunda da sermayenin ve iktidarın işbirliği berrak bir şekilde ortada. ABD emperyalizminin kapitalizmin yapısal krizinden çıkış için dünya halklarına sunduğu topyekûn savaş doktrinini destekleyerek başta Suriye ve Libya (son olarak Kabil havaalanına) olmak üzere savaş alanlarına SİHA ve cihatçı çeteleriyle koşturan AKP-MHP iktidarı, bu konuda da fail olmanın gururu içerisinde. Bununla birlikte göçmen meselesinde, tıpkı Fikri Sağlar örneğinde olduğu gibi salt AKP-MHP iktidarını suçlamak da emperyalizmin suçunun üstünü örtmeye ve dolayımıyla da göçmen nefretine cevaz vermeye yol açmakta. Ayrıca göçmenlerin çalışma koşullarını mücadele konusu yapmak yerine Türkiyeli işçilerin iş ve emek-değer kaybına uğradığını vurgulamak da işçi sınıfının çıkarlarını korumak değil, göçmen nefretini bizzat harlamak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda solun enternasyonalist içeriğinin boşaltılarak “emek savunusu” üzerinden ulusallaştırılmasının hedeflenmesidir de.

Nitekim açıklamanın ilerleyen kısmında “Euro, dolar ve benzer para birimlerinin geçerli olduğu ülkelerin düşük düzeyde gelir sahibi yurttaşları bir sömürgeye gelir gibi ülkemizde keyif sürmeye gelirlerken” cümlesinin kurulması da yabancı düşmanlığının aslında ne kadar içselleştirildiğini gösteriyor. Burada da yabancı düşmanlığı, sömürge karşıtlığı (dikkat anti-emperyalizm değil!) söylemiyle örtülmeye çalışılıyor. Ve bu yabancı düşmanlığından düşük gelirliler yani işçiler ve emekçiler de nasibini alıyor. Haliyle de enternasyonalizm “hiç hatırlanmak istenmeyen” bir kavram haline geliyor “solcularımız” için. Böylece AKP-MHP iktidarının son yıllarda alakalı alakasız her konuda diline pelesenk ettiği yerlilik ve millilik kavramının sola ne kadar nüfuz ettiği görülüyor. Ve ne yazık ki solun bu yerlilik ve millilik çabası, iktidarın faşizmi inşa çabalarına dolaylı destek sunuyor.

Metnin ilerleyen kısmında yoksulluk ve işsizlikten bir cümleyle bahsedildikten sonra yerlilik ve millilik duygularının devam ettiğini görüyoruz. “Tarihinin hiçbir döneminde köle olmamış, sömürgeleşmemiş bir milletin çocukları olarak, paramızın dünya ölçeğinde baş döndürücü bir hızla değer kaybettiği günümüzde ise, başımız ister istemez öne eğilmiştir” cümlesi, paranın dolayısıyla “sermayenin” kaybettiği itibarın milletin itibar kaybetmesiyle eş tutulduğunu gösteriyor. Peki TL’nin kaybettiği değer nedeniyle Türkiyeli işçilerin küresel sermaye için ucuz emek gücü cenneti olarak görülmesi ve kölelik ücretlerine çalıştırılmaları? İşçilerin karın tokluğuna çalıştırılmasının sermayenin itibarı kadar önemi yok mu? Bu da işçi sınıfının değiştirici özne olduğuna dair siyasal perspektifin yitirildiğini açıkça gösteriyor.

Kıymet Bilelim!

Açıklamanın son kısmında ise bu “olumsuz tabloyu” değiştirmek ve değiştirirken neye dikkat edilmesi gerektiğine değinilmiş. “Kamuoyu yoklamalarında destek oyları giderek düşen” iktidarın değişmesinden yana olan girişim, bunun için genel seçimlere işaret etmiş ve genel seçimlerin “güven” içinde yapılması için gerekli önlemlerin şimdiden alınması önerisinde bulunmuş. Son seçimlerde yaşanan kedi, trafo ve iptal etme gibi “istisnai” nedenler dolayısıyla yitirilen güven duygusunun ön plana çıkarılması girişimin, bırakalım işçi sınıfını, herhangi bir halkçı gücü dahi güveni sağlayacak özne olarak görmediğine işaret ediyor. Değişimi ve dönüşümü sağlayacak özne olarak ise sadece oy verme eyleminde bulunacak olan halkın oyunu toplamayı başarıp sandıkta güvenle koruyacak olan muhalefet partileri görülüyor. Özcesi halihazırda var olan siyasal yapı korunmalı ve olası değişiklik yapı sarsılmadan gerçekleştirilmelidir.

Bu düşünce berrak bir şekilde son cümlede kendisini ifade etmiş: “Dünya tarihinin en büyük devrimlerinden birinin, demokrasi ve çağdaşlık devriminin ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak için, cesaretle, kararlılıkla, bütün bir ulusça el ele, omuz omuza olmamız yaşamsal görevimizdir.”

Dolayısıyla Yenikapı mitingi gibi olmasa da mevcut siyasal yapıyı korumak için bir arada olunmalı. Çünkü bu yapı, içeriğinden bağımsız olarak devrim, demokrasi, “çağdaşlık” ve cumhuriyet gibi kavramları barındırmakta. Hele de Taliban’ın Afganistan’da iktidara geldiği bugünlerde bu kavramlara biçimsel olarak da olsa sahip olmanın idrakine varılmalı, kıymetini bilmeliyiz. Bu bakış nasıl bir yenilgi ruhu içerisinde olunduğunu açıkça göstermiyor mu?

İçinden geçtiğimiz debdebeli süreç, yarattığı çoklu olasılığın etkisiyle de baş döndürücü bir hâlde devam ediyor. Kapitalizmin yapısal krizinin yol açtığı ve pandemiyle birlikte daha da açığa çıkan bu hâl, kapitalizme alternatif olasılıklarının gerçek olabileceğini bir somut durum olarak da ortaya koyuyor. 12 Eylül darbesi ve ardından SSCB’nin yıkılmasının Türkiye solunda yarattığı yenilgi ruhu ve melankolik hâli, bu olasılığın gerçekleşebileceğine dair somut ve rasyonel bakışı “akıl dışı” olarak görmeye devam ediyor. Ve bu kendisini bahsettiğimiz açıklamada yapılan vurgularla teorize etmeye çalışıyor. Ama bu bakış kendisinden doğru değil iktidar tarafından şekillendirilmekte ve var olan işçilerin, emekçilerin, kadınların ve halkçı güçlerin direnişinin yaratacağı dinamizmin önünü alma gibi talihsiz bir konuma sürüklenmekte. Fakat yerellerde gerçekleşen işçi direnişleri, Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’in öncülüğünde Türkiye’yi sarsan maden işçilerinin mücadelesi, her kadın cinayetinde sokakları zapt eden kadın hareketi, doğasına sahip çıkan köylüler, orman yangınlarında ortaya konan dayanışmalar halkçı bir olasılığın romantik bir fantezi olmadığını ve kolayca önünün alınamayacağını gösteriyor. Dolayısıyla tarihte talihsiz bir konuma düşmemek için “akıl dışı” olanları yapmak önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. Bu açıklamaya imzasını veren Ahmet Telli’nin şu dizelerinde dediği gibi:

“Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı

Ama atıldı yine de serüvenlere

Vakti olmadı acıların hesabını tutmaya

Durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı.”

Dipnot:

[1] Bilmeyenler için fıkra şöyle: Adamın biri “Kurban” konusunu anlatıyormuş:

“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Yarabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş… Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş… Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş…”

Dinleyenlerden biri dayanamamış:

“Yahu bunun neresini düzelteyim… Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”

9 Ağustos 2021 Pazartesi

Yine ve Yeniden Afganistan

(El Yazmaları, 9 Ağustos 2021)

“Büyük Oyun”dan[1] “Soğuk Savaş”a, oradan da Bush’un “Terörizmle Küresel Savaş”ına kadar modern zamanların bütün savaşlarını yaşayan Afganistan, tekrar yeni bir “küresel” savaşın ilk sancılarını doğrudan yaşamanın eşiğinde. Orta Doğu ile Uzak Asya’yı, Orta Asya ile Hindistan’ı bağlayan kavşakta olmanın yanı sıra Rusya ve Çin’e “saldırmak” için uygun konumda olması Afganistan’ın küresel savaşların merkezi olmasının en önemli nedenlerinden biri. Ve burada verilen savaşın sonucu, küresel savaşın sonucunu da belirleyici nitelik taşıdı, taşımaya devam ediyor.

ABD “Çekiliyor”

Bush’un “Terörizmle Küresel Savaş” retoriği doğrultusunda 2001 yılının sonlarında Afganistan’a giren ABD, Biden’ın başkan seçilmesinin ardından güçlerini çekeceğini açıkladı. 1 Mayıs’ta başlayacağı açıklanan çekilme 11 Eylül’e(!) ertelense de ABD’nin ülkedeki güçlerinde kısmi bir azalma mevcut. Güçlerdeki azalma nedeniyle Taliban örgütü hızlı bir şekilde ülkenin özellikle kırsal kesimindeki yüzden fazla yerleşim yerinin kontrolünü ele geçirdi. 2016’da kısa süre elinde tuttuğu Kunduz’dan sonra ilk defa bir il merkezini, Nimroz ilinin yönetim merkezi Zaranc’ı eline geçirdi ve hükümet güçlerinin dağınıklığı nedeniyle ilerlemeye devam ediyor.

Taliban’ın hızlıca ilerleyebileceğinin tahmin edilebilir olmasına rağmen ABD’nin “çekiliyor” olmasının altında birden çok neden yatıyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından kendini muzaffer ilan eden ve bunu “imparatorluğunu” fiilen kurarak göstermek isteyen ABD’nin ilk durağı Afganistan ve sonrasında Irak olmuştu. İki ülkede ABD kısa sürede “zafer” kazanmış olsa da işgale karşı gösterilen direnişler Sam Amca’nın gücünü yıpratmakla birlikte imparatorluğunu yayma hızını kesmişti. Buna ek olarak 2008’de ABD’de patlayan kapitalizmin yapısal krizinin giderek derinleşmesi imparatorluk hayallerini neredeyse sona erdirmiş ve yeni küresel güçleri sahneye çıkarmıştı.

Böylece kapitalizmin krizinin derinleşmesi, küresel güçlerin ABD’nin hegemonyasını adım adım geriletmesi ve Taliban’ın şiddetli direnişi ABD’nin Afganistan’dan fiilen çekilmesine neden olmakta.

Fakat ABD Afganistan’dan tamamen çekilmiyor, belirli bir gücünü diplomatlarını vs. koruma nedeniyle ülkede bulundurmaya devam etmeyi planlıyor. Diğer yandan da komşu ülkelerde çeşitli üsler edinerek Afganistan’a hızlıca müdahale edebilme imkânını sürdürmeyi de hedefliyor. 2001’deki işgal sürecinde Kırgızistan’da edindiği gibi Özbekistan ve Tacikistan’da da üsler edinmek istese de bu ülkelerden olumlu yanıt alabilmiş değil. Ayrıca ABD, Pakistan’da ve Hindistan’da da üsler edinmeyi önüne koymuş durumda. Üs edinme politikası ile ABD’nin Afganistan “ateşine” dışarıdan müdahale etme isteğinin yanı sıra Çin’i çevreleme politikası güttüğü görülüyor. Özcesi ABD, stratejik noktalara belirli güçlerle üslenerek Çin’e karşı üstün olduğu askeri gücünü efektif bir şekilde kullanmak istiyor.

Öte yandan ABD kendi güçlerinin yanı sıra “müttefiklerinin” güçlerinde de özel bir şekilde faydalanmayı amaçlıyor. Trump döneminde, özellikle Orta Doğu’da, kendi çıkarlarını esas alarak davranan müttefiklerini belli bir asabiyet[2] çerçevesinde bir araya getirmeye çalışan Biden Afganistan’da da bunu sürdürmek istiyor. Bu bağlamda akıllara ilk olarak Türkiye’nin gelmesi ise tesadüf değil.

Türkiye’nin Hesapları

ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi sürecinin başlarında olmasa da sonraki süreçte önemli bir yeri olan ve Afganistan’da belirli bir “düzenin” oturtulmasında faydası bulunan Türkiye, yeni süreçte aktif rol alma derdinde. ABD’nin çekilmesinin ardından “Afganistan Misyonu”nda önemli rol oynamaya talip olan Türkiye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan sonra Afganistan’da da sahada olarak etki alanını büyütmeyi hedefliyor.

AKP döneminde daha da semiren Türk sermayesi, gözünü Afganistan pastasına dikmiş durumda. İhalelerden, ucuz işgücüne kadar çeşitli şekillerde faydalanabileceği Afganistan pazarı sermayenin başını öyle döndürmüş durumda ki “din kardeşi” Taliban ile anlaşabileceğini düşünüyor. Fakat Taliban öyle düşünmediğini Türkiye’nin arabuluculuk teklifini reddederek gösterdi. Buna rağmen Türkiye bu “pastadan” kolay kolay vazgeçmeyeceğini Kabil havaalanının yönetimini alma ve Afgan göçmenleri[3] kabul etmedeki arzusuyla gösteriyor. Afganistan’dan gelen göçmenleri kabul etmedeki “yüce gönüllüğü”nün iki nedeni bulunuyor: Birincisi Suriyeli göçmenlerden de daha ucuza çalışabilecek olmaları, ikincisi ise ABD ile irtibatlı göçmenleri diğer “savaşlarda” kullanabilme olasılığı. Dolayısıyla Afgan göçmenler Türk sermayesi için bulunmaz bir nimet.

Afganistan’ın adeta bir “pudra şekeri” cenneti olması da sermayenin iştahını kabartıyor. Dünyadaki afyon ekimi ve uyuşturucu üretiminin neredeyse yüzde 85’ini sağlayan Afganistan, BM verilerine göre 65 milyar dolarlık bir pasta yaratıyor. 600 bin kişinin çalıştığı “sektörde”, yaklaşık 6 milyar dolar ülke içinde kalırken, kalanı Batı mali sisteminde “aklanıyor”.[4] Bu devasa pastadan hangi sermaye tatmak istemez ki? Türk sermayesi neden istemesin?

Çin ve İran’ın Planları

ABD’nin yaşadığı hegemonya krizi dolayısıyla küresel sahnede ön plana çıkan Çin, ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek gücünü arttırma ve yaymanın peşinde. Ucuz iş gücünden elde ettiği artı-değerin birikimine ek olarak son yıllarda teknolojiye yaptığı yatırımla (yani değişmeyen sermayeye) artı-değer birikimini daha da arttıran Çin, kapitalizmin kriziyle bağlantılı olarak kâr oranlarının düşme eğilimi yasasıyla karşı karşıya. Buna karşı ortaya attığı “Tek Kuşak Tek Yol” projesini gerçekleştirme doğrultusunda hamlelerde bulunan Çin için Afganistan önemli bir fırsat. Modern İpek Yolu’nun geçtiği kavşak noktasında bulunan Afganistan, Çin sermayesinin İran, Türkiye ve Batı sermayesi ve pazarlarıyla buluşması için hayati önemde.

Hayati önemin farkında olan Çin’in Taliban ile görüşmeleri hızlandırdığı ve birçok noktada anlaştıkları görülüyor. Çin, Taliban’a ihtiyaç duyduğu finansal ve altyapı desteğini sağlamayı taahhüt ederken, Taliban da Doğu Türkistan İslam Partisi’ne desteği kesmeyi ve Badahşan’da askeri üs vermeyi vaat ettiği belirtiliyor.[5] Fakat Çin’in askeri gücünün sınırlı olması, olası bir krizde ya da başka ülkelerin (misal Taliban’la görüşen Almanya[6]) daha cazip tekliflerde anlaşmanın rafa kaldırılmasını önleyemeyebilir. Bu noktada İran’dan alınacak destek önemli olacaktır.

İran da ABD’nin çekilmesine dair hamlelerini sıklaştırıyor. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde İslamcı gruplara desteğini sunan molla rejimi, ABD işgali döneminde de desteğini sürdürmüştü. Diğer yandan da İran, ülkedeki Şii Hazaralar ve Afganları kendine örgütleyerek bölgedeki savaşlarda bu güçleri kullanmıştı. ABD’nin çekilmesinin ardından bu güçleri ülke içerisindeki etkisini arttırmak için kullanmayı hedefleyen İran, Taliban ile hükümet arasındaki görüşmelere ev sahipliği yaparak etkisini büyütmeyi amaçlıyor. Böylece İran çevrelenmeye karşı hamleler yapmanın yanı sıra küresel güçlerin savaşında önemli bir yer kaparak “değerini” de arttırmanın peşinde.

Küresel ile bölgesel güçlerin kozlarını paylaştığı Afganistan, geçmişte olduğu gibi bugün de dünyaya egemen olacak gücü ya da güçleri belirleyecek savaşın merkezi olma niteliğinde. Kapitalizmin derinleşen krizi bu savaşın öncekilerden daha da çok insanın kanını dökeceğini, bölge halklarının canını alacağını gösteriyor. Bunu engellemenin yolu ise 1978’de sosyalistlerin öncülüğünde devrim yapan Afgan halkının mücadelesini yükseltmesinden geçiyor. On yıllardır süren savaş girdabından bitap düşen Afgan halkının mücadelesini desteklemek ve dayanışma içinde olmak da başta Orta Doğu halkları olmak üzere bütün halkların görevi.

Dipnotlar:

[1]19. yüzyılın başından itibaren küresel güçlerin stratejik bölgeleri paylaşma mücadelesine verilen isim.

[2] https://elyazmalari.com/2021/02/19/biden-savasla-geliyor/

[3] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/abd-ile-afganli-siginmacilar-krizi-kapimizi-caliyor-41867974

[4]https://www.gazeteduvar.com.tr/uyusturucu-ile-jeopolitik-cekisme-arasinda-afganistan-makale-1527558

[5]https://www.gazeteduvar.com.tr/taliban-mumin-kardesi-erdogani-neden-uzuyor-makale-1528112

[6]https://www.gazeteduvar.com.tr/alman-yetkililer-katarda-talibanla-gorusmeyi-dogruladi-haber-1530476

2 Ağustos 2021 Pazartesi

İranlı İşçiler Yeni Mümkünlerin Kapısını Açıyorlar

(El Yazmaları, 2 Ağustos 2021)

Orta Doğu’da varlığı “unutulan”, on yıllardır süren savaş hali nedeniyle siyasal alandaki yeri yok sayılan işçi sınıfının grevi, günlerdir İran’ı derinden sarsıyor. İran devletinin bütün baskılarına rağmen devam eden grev, İran medyasının görmezlikten gelmesine karşın halkın önemli bir kesimine ulaşarak yoluna devam ediyor. 

Grev ve Neoliberalizm 

19 Haziran’da 60 bine yakın petrol ve doğal gaz işçisinin başlattığı grev, 8 ildeki 60 petrol şirketinde sürüyor. İşçilerin ilk talebi 300 doların altında olan aylık ücretlerinin en az 500 dolar olması.

İran’da enflasyonun yüzde 50 civarında olması, işçilerin bu zammı talep etmesinin en önemli nedeni. Nitekim yüksek enflasyon nedeniyle geçtiğimiz aylarda ülkenin çeşitli yerlerinde işçiler küçük çapta grevler de düzenlediler.  

İşçilerin bir diğer talepleri ise izin günlerinin arttırılması ve çalışma koşullarının sağlıklı olması. Haftada 6 gün çalışan ve ayda sadece 2,5 gün izne sahip olan işçiler, ayda 20 gün çalışma ve 10 gün izne sahip olmayı talep etmekteler. Özellikle ülkenin güneyindeki çöllerde çalışan işçilerin uzaktaki ailelerini ziyaret edebilmeleri için izin günü sayısının oldukça önemli. Bununla birlikte iş güvenliğinin olmadığı, koronavirüsle ilgili önlemlerin alınmadığı vb. çalışma koşullarında çalışmaya zorlanılan işçilerin yaşamı büyük tehlike altında. 

Greve çıkan işçilerin talepleri, neoliberalizmin bütün dünyadaki işçilere dayattığı çalışma biçiminin İran’da da geçerli olduğunu gösteriyor. Keza greve çıkan işçiler, iş güvencesine sahip olmayan geçici sözleşmeli işçiler.  

1979 İslam Devrimi’nden sonra başlayan ve Irak’la olan savaşla hız verilen özelleştirmenin yanı sıra neoliberalizmin alameti farikalarından taşeronlaşma da yaygınlaştırıldı. Devlete ait Ulusal İran Petrol Şirketi, petrol ve doğal gaz üretimi için çeşitli şirketlere el altından izin verirken kendisi de geçici ve mevsimlik sözleşmelerle işçiler almaktadır. Bugün İran’da petrolkimya ve enerji sektöründe yaklaşık olarak 154 bin işçi geçici sözleşmelerle çalışmakta. Kadrolu çalışanların sayısının ise 200 bine yakın olduğu belirtiliyor.[1]

Bu rakamlara baktığımızda ülke ekonomisinin can damarı olan sektördeki işçilerin yarısına yakınının iş güvencesi olmadan çalıştığını ve onların yarısına yakının da greve çıktığını görmekteyiz. Dolayısıyla molla rejiminin despot yapısına rağmen işçilerin gösterdiği cesaret ve mücadele neoliberalizme karşı gösterilen bir direniş niteliğini de taşımakta. 

Mollaların Anti-emperyalizmi 

İran’daki molla rejimi, yüksek perdeden “haykırdığı” ABD karşıtlığı başta olmak üzere ulusalcı ve Şii İslamcı retorik nedeniyle çoğu zaman anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir duruşa sahip olduğu zannını yaymayı başardı. Fakat tarihe baktığımızda mollaların önemli bir çoğunluğunun öncülleri Şah rejimi sırasında sermayenin önemli bileşenlerinden biri olduğunu görmekteyiz. Hatta petrolü kamulaştıran ulusalcı Musaddık’ın devrilmesinde ABD ve İngiltere ile işbirliği yaptığı da bilinmekte. Bunlara ek olarak İran Anayasası’nın 44. maddesini özelleştirilmelere ve ekonominin liberalleştirilmesine cevaz vermek için ‘yeniden yorumlanmasını’ sağlayan mevcut dini lider Ali Hamaney. Mollaların içinden hiç çıkmadıkları soygun, yolsuzluk bataklığı ise herkesin bildiği bir gerçek.[2]

Öte yandan molla rejimi, yüksek enflasyonun nedeni olarak ABD’nin yaptırımları gösterip, işçilerin tepkisini yönlendirmeye çalışıyor. Yaptırımlar sırasında petrol ve doğal gazı Çin, Türkiye, kimi Avrupalı ülkelere satan ve şimdi de petrol ihracatını arttırmak için ABD’li yetkililerle görüşen mollaların ABD’yi suçlu gösteren sözlerinin halkın nezdinde bir karşılığı yok. Ki emekliler, öğretmenler, sağlık emekçileri, kadınlar, işsizler ekonomik durumu protesto eden irili ufaklı eylemlere tekrar başladılar. Dolayısıyla neoliberalizmi kendi çıkarları doğrultusunda uygulanmaktan çekinmeyen ve bunun için de küresel güçlerle işbirliğinden hiç sakınmayan mollaların anti-emperyalizmi, halkın mücadelesi karşısında kumdan kaleler misali yıkılıyor. 

İşçiler Mümkünü Gerçek Kılabilir 

Mollalar, diğer kumdan kalelerinin yıkılmaması için çaba gösterseler de şimdilik bir sonuç elde edememiş durumdalar. Tahran rafinerisinde 700 işçinin işten atılması halkın grevdeki işçilerin yanına geçmesine neden olurken, ulusal basının grevi görmezden gelmesine karşılık da sosyal medyadan işçilere destek yağıyor. Halkın yükselen desteğinin yanı sıra kimi yerlerde emekçilerin de işçilere katılımı mollalara Şah’ı yıkan 1979’daki petrol grevlerini anımsatıyor. Her zaman kullandığı “zor gücü” bu sefer işe yaramayan molla rejimi, çeşitli görüşmeler ve işçilere desteğini açıklayan Ahmedinejad gibi unsurlarla direnişi yumuşatarak sistem içerisinde tutmaya çalışıyor. Gerek neoliberalizmin krizi gerekse de son seçimin gösterdiği üzere mollaların halkın rızasını almada giderek başarısız olması, rejimin kısa sürede “sopayı” kullanabileceğine işaret ediyor. İşkenceci başlarından olan yeni başkan Reisi de bu sopayı kullanmayı herkesten çok istemekte. 

Rejimin daha önce de salladığı sopalara boyun eğmeyip çeşitli şekillerde mücadelesini sürdüren İran halkı, grevci işçilerle birlikte olarak direnişi büyütebileceğine işaret ediyor. Grevci işçiler de kurdukları “Protestocu ve Grevci Geçici Sözleşmeli Petrol Şirketi İşçileri Konseyi” ile İran’daki işçi sınıfı mücadelesinin 1979’da bitmediğini, günümüzde de canlı bir şekilde devam ettiğini dosta düşmana gösteriyorlar. Önemli bir örgütlenme ve mücadele tarihine sahip olan İran işçi sınıfı, önümüzdeki süreçte sadece İran’da değil Orta Doğu’da da emekçilerin söz sahibi olup var olan “savaş hali”ni değiştirebileceğini mümkün olduğunu ortaya koyuyorlar. Bu mümkünat, bölgedeki devrimcilerin ve işçi sınıfının İran işçilerinin mücadelesini büyütmelerine çaba göstermesiyle gerçek olabilir. Ve bu “gerçek”, bölgeyi kana bulayan savaş halinin hiç bitmeyeceği “gerçeğinden” hiç de daha az olası değildir. Son 3 yılda Sudan’dan Irak’a, Lübnan’dan Ürdün’e emekçilerin attıkları ufak ama büyük adımlar, bugünlerde atılan yeni adımlarla birlikte, bunun en büyük göstergesi. Orta Doğulu devrimciler, savaş halinin sunduğu konumdan öte kendi özgül konumlarından bu adımlarla bütünleştikleri takdirde başka bir Orta Doğu’nun gerçekleşmesi oldukça yakın olacaktır. 

Dipnotlar:

[1] https://iranintl.com/en/iran/oil-and-petrochemical-workers-strike-60-companies-iran 

https://apnews.com/article/middle-east-iran-health-coronavirus-pandemic-strikes-e30e40c767c47713a277cdeaca8e21f7 

[2] https://peopleandnature.wordpress.com/2021/07/16/iran-oil-workers-strike-a-spectre-haunting-neoliberalism/

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...