29 Eylül 2021 Çarşamba

(Çeviri) Queen’s Gambit Kurgusal Bir Kadın Satranç Ustası Yarattı. Sovyetler Birliği Onlarca Gerçek Kahraman Yarattı – Sopiko Japaridze

Geçen hafta Sovyet Gürcü satranç ustası Nona Gaprindaşvili, platformun çok popüler mini dizisi The Queen’s Gambit’in onun başarısını küçümsediğini ve baltaladığını iddia ederek Netflix’e dava açtığını duyurdu. Son bölümlerden birinde, SSCB’de düzenlenen bir satranç turnuvası sırasında, anlatıcı dizinin ana karakteri kurgusal bir Amerikan satranç oyuncusu olan Beth Harmon hakkındaki tek olağandışı şeyin onun cinsiyeti olduğunu söylüyor. Ve bu sadece Rusya’ya özgü değil. Fakat Rusya’da dünya kadın satranç şampiyonu Nona Gaprindaşvili var ve hiç erkeklerle karşılaşmadı.

Dizi karakterlerinin çoğunun kurgusallığını sürdürürken, Nona’nın gerçek adını kullanıyor ve hatta dizi için uyarlanan kitaptaki replikleri değiştiriyor. Bu “repliğe” dava açılmasının nedeni basit – Gaprindaşvili, madalya dolu kariyeri boyunca düzinelerce erkekle karşılaştı, Uluslararası Satranç Federasyonu’nun (FIDE) ilk kadın büyükusta unvanını aldı ve Kadınlar Dünya Şampiyonu oldu. Dizi, yalnızca Nona’nın inanılmaz başarılarını değil, aynı zamanda SSCB’deki kadınların başarılarını da daha geniş bir şekilde siliyor, bunu yaparken de bu çok ırklı ülkeyi çok sayıda Ruslar olarak görüp ciddiye almıyor.

Gerçekte SSCB, satranç dünyasında on yıllarca süren bir saltanat yaşadı. Küçük Kafkas Cumhuriyetinin otuz yıl boyunca dünya şampiyonları üretmesiyle Sovyet Gürcü kadınları için özel bir altın çağ yaşanmıştı. İlk FIDE büyükusta unvanı Nona Gaprindaşvili’ye verilirken ikinci büyükusta unvanı da bir Sovyet Gürcü olan Maia Çiburdanidze’ye verilmişti. Nona, on altı yıl boyunca Dünya Kadınlar Satranç Şampiyonu olarak kaldı. Maia ise bu ünvanı on dört yıl boyunca elinde tuttu ve 2010 yılına kadar bu ünvana sahip olan en genç oyuncu olarak kaldı. Bunlar, uluslararası kadın satrancı tarihinin ikinci ve üçüncü en uzun saltanatıydı; unvanı en uzun süre elinde tutan kadın, Vera Menchik de SSCB’dendi. Karşılaştırma için; 1.600 büyükustadan sadece otuz dokuzu kadındı ve 2013’e kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde hiç kadın büyükusta yoktu. Bugüne kadar kazananların çoğu ya SSCB’den, eski komünist ülkelerden (Gürcistan’dan başkaları da dahil) ya da modern Çin’den.

Sovyet kadınları küresel sahnede turnuvalar kazanırken, Amerika Birleşik Devletleri’nin yapabileceği en iyi şey, en iyi erkek satranç oyuncularını yenen hayali bir kadın hakkında kısa bir Netflix dizisi yapmaktı. Kurguda yazarın hayal gücünde hiçbir sınırlama olmasa da, yollarındaki engelleri kaldıran etkili sosyal politikalara borçluydu.

Yetenek Gerçek Kılındı

Evrimsel biyolog Stephen Jay Gould, bir zamanlar ünlü olan bu ayrımın önemini kavramış ve şu yorumu yapmıştı:

Bir şekilde, Einstein’ın beyninin ağırlığı ve kıvrımlarıyla daha az ilgileniyorum, eşit yetenekli insanların pamuk tarlalarında ve atölyelerde yaşayıp öldüklerinin neredeyse kesinliğiyle ilgileniyorum. Bu yazının yazarı (ifşa ediyorum: Ben Gürcü’yüm) SSCB’nin mükemmel olmaktan uzak olduğunu biliyor. Ama aynı zamanda fabrikalarda ve tarlalarda çalışan insanlara daha iyi çalışma koşulları ve yeteneklerini keşfetmeleri için bir kulüp ve merkezler karmaşasını verdi. Bu, liberallerin vaat etmeyi sevdikleri ama asla yaratmadıkları şeyi sağladı: “eşit bir oyun alanı”.

Queen’s Gambit ilgi çekici bir dizi olabilir, ancak nihayetinde hala “Einstein’ın beyni” ile ilgileniyor. Beth, inanılmaz dehası nedeniyle gösteride zafer kazandı. Annesini ölmüş olması, yetimhanede yaşaması ve bir satranç takımına sahip olamaması gibi ciddi zorluklara rağmen, onun Tanrı vergisi muhteşem yeteneği dizide sıklıkla anılıyor. Ama daha da kötüsü, The Queen’s Gambit dünyasının, dünyanın en iyi oyuncusu olmasına yardım eden hem zihinsel, sosyal, ekonomik hem de ahlaki desteğe sahip olan gerçek kadını, Nona’yı (ve onun gibileri) açıkça baltalamasıdır. Birinin gerçek, diğerinin kurgu olmasının bir nedeni vardır.

1917’deki Rus Devrimi’nden sonra, Gürcistan’ın Sosyal Demokratları, Tiflis şehrinin işlek caddesi Golovinskii bölgesindeki en görkemli saraya el koydu. Saray on dokuzuncu yüzyılda çarlık iadresi tarafından inşa edilmişti ve 1917’ye kadar imparatorluk Rusya’sının Kafkasya’daki iktidar merkezi olarak işlev gördü. 1921’den 1937’ye kadar ise çocuklar için Öncülerin Sarayı’na dönüştürülmeden önce Sovyet Gürcistan hükümetinin yeriydi. Dolayısıyla bu bina, Kafkasya’da Rus emperyal gücünün ve boyun eğdirme merkezi olmaktan, dünyanın en olağanüstü bilim insanlarını, sporcularını, sanatçılarını ve satranç büyük ustalarını üretmeye doğru dönüştü. Sovyet Gürcistanı’nda ve başka yerlerde bu tür saraylar inşa edildi.

Şimdiki adıyla Gençlik Sarayı, bugün geçmişteki ve şimdiki öğrencilerinin bir sergisine sahiptir. Nona Gaprindaşvili’nin kendisi tarafından bağışlanan büyük bir satranç seti ile satranca ayrılmış bir oda var. Saray, çocuklar tarafından çıkarılan mineraller, kayalar ve eserlerle birlikte geçmiş gezilerin fotoğraflarıyla doludur. Ayrıca eski öğrencilerin yaptığı sanat eserleri, heykeller ve filmler de var. Sergilenen eserlerin çoğu SSCB’den, ancak daha yeni olanlar da var. Sovyet heykelciklerinin nasıl bu kadar profesyonel göründüğüne dair yorum yaptığımda rehberim, o zamanlar çalışmak için Sovyetlerde pahalı malzemelerin olduğunu söyledi. “Yetenek aynı, malzemeler artık daha az.” Şimdi devletin sundukları hakkında daha fazla şeyi sorguluyorum. Rehberim bana eskiden sundukları programlardan çok daha azının mevcut olduğunu ve yaz kamplarının veya gezilerinin bir süredir yapılmadığını söyledi. O konuşurken ben ufalanan, lekeli duvarlara bakıyorum.

Queen’s Gambit’in yayımlanmasından bu yana, Nona Gaprindaşvili’nin kariyeri ve Gürcü kadınların Sovyet satrancındaki hakimiyeti ile bağlantı kuran birkaç makale yayımlandı. Yine de, Sovyet geçmişinin tipik bir şekilde çabucak silinmesiyle, hikaye 12. yüzyılda başlayarak “Gürcü” gelinlere çeyiz olarak satranç takımları verildiğini anlatıyor. Ancak bu gelinlerin asil kökenleri asla tartışılmamaktadır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca satranç, tıpkı tiyatro, kitaplar ve sahil tatilleri gibi vardı – ama bu lüksler, nüfusun çoğunluğunu oluşturan serflere veya işçilere değil, soylulara ve şehirlerde gelişen kapitalist sınıfa ayrılmıştı.

Sovyetler Birliği, satrancın işçi sınıfı arasında kitleselleşmesi için malzeme, zaman, yer ve uzmanlık sağladığın daha sonraki dönemde kadınların başarısı için platform yaratıldı. Burada hem ahlaki hem de politik olarak hiyerarşinin tersine çevrilmesi amacı vardı – artık en üstte üst sınıflar ve din adamları değil, işçi sınıfı olacaktı. Sanat ve spora geniş erişim, en başından beri Sovyetlerin sosyal gelişimini tanımlamaktaydı. Lenin, gençlikteki bu eğilimlerle bizzat ilgilendi. Clara Zetkin’e yazdığı gibi,

Özellikle gençlerin yaşam sevincine ve güce ihtiyaçları var. Spor, yüzme, yarış, yürüyüş, her türden bedensel egzersizler ve çok yönlü entelektüel ilgi alanlarına da. Öğrenmek, çalışmak, araştırmak, mümkün olduğunca kolektif olmalı.

Paçavralıktan Zenginliğe

Dolayısıyla Netflix ve SSCB arasında, sınıf siyaseti düşüncesinin iki zıt yönü var: birincisinde kurgusal olarak, işçi sınıfından bir kız, her şeye rağmen ve hatta elit muhalefete karşı çok çalışarak “büyüyor”; Sovyet tarihsel gerçekliğinde ise bireysel bir mücadele etme zorunluluğunda kalmaması için bireye bir platform sağlanıyor.

Bu karşıtlık, The Queen’s Gambit’in anlatmak istediği, iyi hissettiren hikayenin temelidir. Anlatı, kurgusal Beth’in bir Hıristiyan yetimhanesine taşınmasıyla başlar; burada, bodrum katında, onunla cinsiyetinden dolayı oynamaya direnen ve  isteksiz olan bir hademenin satranç oynamasına izin vermesi için yalvarır. İşçi sınıfından olan bu adam, genç kızın yetenekli olduğunu fark ettiğinde, onu bir oyuncu olarak becerilerini geliştirebilecek biriyle ilişkilendirmeye çalışır. Ancak Beth psikotropik ilaçlara bağımlıdır, yetimhaneler düzenli olarak çocuklara iyi davranışta bulunmaları için haplar verir. Ceza olarak, zaten Beth’in hanımefendi tavırlarından yoksun olmasından rahatsız olan müdire takip eden altı yıl boyunca onun satranç oynamasını yasaklar.

Beth nihayet evlat edinildiğinde, annesi ilk başta onu desteklemez – ona ilk gerçek satranç turnuvası için giriş ücretini gönderen işçi sınıfından olan hademedir. Anne, sadece parasız olduğunu ve para kazanması için kızına ihtiyacını olduğunu fark ettiğinde onu desteklemeye başlar.

Bu kurgusal hikaye, Nona Gaprindaşvili gibi gerçek hayattaki bir kadın oyuncunun tarihiyle taban tabana zıttır. Sovyet Gürcistanı’ında büyüyenler için satranç olağan ve yaygındır. Ve bunun nedeni de Sovyet devletinin spor ve sanatı geniş bir alana yaymak için ortak çabasıdır. Kardeşleri ve o her zaman satranç oynadı ve bir gün erkek kardeşi, takımlarındaki bir kızın gelememesi üzerine turnuvaya katılmasını istedi.

Büyük bir başarı gösterdikten sonra, ünlü satranç ustası Vakhtang Karsadze ona Tiflis’e gelmesi için yalvardı ve orada Pioneer Sarayı’nda eğitim verdi. 1961’de Dünya Kadınlar Satranç Şampiyonasını kazandı, ancak unvanını 1978’de diğer önde gelen Sovyet Gürcü oyuncusu Maia Chiburdanidze’ye kaybetti. Nona’nın başarısı ve büyük miktarda devlet kaynakları, birçok kadını satranca girmeye teşvik etti. Evet, Sovyetler Birliği’nde cinsiyetçilik vardı ve Nona, yaklaşan yenilgi karşısında onurlu bir şekilde istifa etmesini reddeden ve onu daha uzun süre oynamaya zorlayan yöneticiler gibi birçok sorunların üstesinden gelmek zorunda kaldı. Ancak Netflix’teki meslektaşı Beth’in başarısından farklı olarak, onunki kurgu malzemesi değildi.

Soğuk Savaş Kinayesi

The Queen’s Gambit’te Sovyetler Birliği’nde ve vatandaşlarında (Ruslar olarak anılır) açık darbeler var, tıpkı Sovyet büyükustasının Beth’i ilk kez yendiğinde ona karşı ne kadar “bürokratik” oynadığını duyduğumuz zamanki gibi. Aynı zamanda, genç Rus oyuncunun kendisini “Jiorgi” olarak tanıtırken sert bir g sesi kullanması gerekirken adını j sesiyle telaffuz etmesi gibi utanç verici bir ayrıntı eksikliği de var.

Bununla birlikte, “Rusların” satrançta iyi olduğu, çünkü “bireyci Amerikalıların aksine bir takım olarak çalıştıkları” tartışmasını da içeren, beyin ölümü gerçekleşmiş Hollywood anti-komünizminden bazı farklılıkları var. Nihayetinde Beth’in kazanması, ona yardım eden bir satranç ustaları topluluğunun eseridir. O tipik bir burjuva kızı değil – çünkü o trajik bir şekilde acı çekti. Onun başarısı aynı zamanda bir hademeye, marketi olan bir satranç oyuncusuna ve yetim kalan, evlat edinilmeyen ve dahi olmayan siyah bir kadına da bağlı. Tüm bunlar, Beth Sovyet rakibini yendiğinde ahlaki otoritenin kurulmasına yardımcı olur.

Paçavralıktan zenginliğe geçmenin idealleştirilmesine dayanan sınıf siyaseti, burada iş başında olan Soğuk Savaş kinayelerinden bazılarıyla oldukça tuhaf bir şekilde örtüşüyor. Beth, özellikle Moskova’daki turnuvalara katılmak için sürekli para aramaya zaman harcıyor. Sadece anti-komünist bir kilise örgütü, Hıristiyan inançlarını ve komünizm karşıtlığını alenen ilan etmesi karşılığında onu oraya göndermeye istekliyken, Dışişleri Bakanlığı da onu finanse etmiyor ama onu gözetlemek istiyor.

Buna karşılık, Sovyet satranç oyuncuları para toplamak zorunda değildi. Muhteşem binalarda zanaatlarını bileyen takım elbise giyen şatafatlı bir topluluk olarak tasvir ediliyorlar – ayrıca bu oyuncuların satrancı dört yaşında öğrendikleri ve böylece satrancı elit bir eğlence olarak tanımladıklarını öğreniyoruz. Bu, tüm hayatı boyunca o masaya ulaşmak için savaşan bir Amerikalı yetime karşıtlık anlamı taşıyor. Dizi böylece ABD’deki haklarından mahrum bırakılmış kimlikleri, haklarını kolayca elde etmiş Sovyet oyuncularına karşı bir silah haline getiriyor.

Bir bakıma böyle de yaptılar, ancak burada sergilenen harika çevrenin, “lüks komünizm”deki özgün deneyi yansıttığı kadar. Sovyet oyuncuların aristokrat olması şöyle dursun, burada Çarlık Rusyası’nda burjuvazinin zevk aldığı şeyler proletaryanın da zevk alması için onlara verildi. Çünkü SSCB opera, bale, edebiyat, spor, sağlık merkezleri, satranç vb. dahil olmak üzere kitlelere yüksek kültür getirmenin önemi üzerinde ısrar etti.

Amerikalı satranç oyuncularından biri Beth’e, “Biz bu küçük kolejde oynamak zorundayken Rusların nerede oynadığını görmelisin.” demektedir. Eh, bunun bir nedeni vardı. Satranç için kullanılan bu güzel binalar ya soyluların elinden alınan saraylar ya da yeni yapılan salonlardı.

Son sahnede, dizi bize gerçek işçilerin dışarıda sokaklarda satranç oynadığını anlatıyor- ve son bölüm Beth’in onlarla oynamak için Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen refakatçisinden kaçmasıyla bitiyor. Görünüşe göre Beth Soğuk Savaş’ı bırakıyor ve kapıcı arkadaşı Shaibel’e çok benzeyen dışarıdaki satranç oyuncularına katılıyor.

Yine de Beth Soğuk Savaş’ın bir parçası olmak istemiyorsa da, birçok yönden tüm dizi bunu devam ettiriyor. Bütün bu ayrıntılar, Amerikalı kızın Sovyetler üzerinde ahlaki otoritesini ileri sürüyor. Sovyetler Birliği’ne karşı iğnelemeler genellikle az çok incelikli olsa da, Nona Gaprindaşvili’ye erkeklerle hiç karşılaşmamış bir kadın satranç oyuncusu olarak yapılan darbe öyle değildi. Bir kez daha, Sovyetler Birliği’nde kadınlar için gerçek ilerleme basitçe görmezden geliniyor veya ABD’den gelen “patron kız” feminizmi lehine alay ediliyor. Dizide Rus veya Gürcü kadın yok ve Nona Gaprindaşvili’yi oynayan aktris bile zar zor görünüyor. The Queen’s Gambit için, göz alıcı Amerikan Beth, “Rusları kendi oyunlarında yenen” ilk kadındır.

Sistemi temize çıkaran ve suçu bireylerin istekliliğine ya da eksikliğine bağlayan sahte tarihlerden daha fazlasına ihtiyacımız var. Kadınlar ve çalışan insanlar genellikle kendilerine değer veren ve yeteneklerini gerçekleştirmelerine olanak tanıyan gerçek sosyal programlara ve politikalara ihtiyaç duymaktalar. The Queen’s Gambit’in yapımcıları, dizinin yayınlanmasından sonra satranca olan ilginin arttığını iddia ederek şovun etkisini vurguluyor. Yine de, aynı zamanlarda ortaya çıkan Sovyet Gürcü kadın satranç oyuncuları hakkında bir belgesel olan Glory to the Queen, Netflix’in sahip olduğu görüşlerin bir kısmına sahip değil.

Çoğu insanın çığır açan kadın satranç oyuncularını düşündüğünde, Nona Gaprindashvili veya Maia Chiburdanidze’yi ya da bu iki Gürcü satranç oyuncusuyla birlikte diğer Gürcü satranç oyuncularının “savaş birliği” anlamına gelen Druzina olarak adlandırıldığını asla bilmeyecekleri ve sadece hayali Beth’i düşünecekleri üzücüdür. Bu tür izleyiciler, kadınlara başarılı olma şansı veren sosyal platformlar hakkında çok az şey bilecekler ve bunun sadece şartlara karşı savaşmalarına bağlı olmadığını bilemeyecekler. Nona Gaprindaşvili’nin Netflix’e açtığı davayı kazanmasını ve bu parayı onun gibi daha fazla kadını desteklemek için harcamasını umabiliriz.

(Bu yazı Türkçeye El Yazmaları için Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinali için: https://www.jacobinmag.com/2021/09/netflix-the-queens-gambit-soviet-chess-grandmaster-nona-gaprindashvili-sue-lawsuit-champion)

28 Eylül 2021 Salı

Orta Doğu Yine Hegemonya Savaşının Kıskacında

(El Yazmaları, 28 Eylül 2021(Toplumsal Özgürlük Ekim 2021))

andemiyle birlikte derinleşen ve giderek felaketler çığına dönen kapitalizmin krizi, küresel güçler arasındaki hegemonya savaşını da şiddetlendiriyor. Hegemonya savaşı, günümüzde silah teknolojisinin dünyayı birden fazla yok edebilecek düzeye varmış olması ve kapitalizmin daha önce hiç olmadığı kadar dünyayı sarması nedeniyle sıcak ve açık savaş şeklinde kendisini (şimdilik!) gösteremiyor. Bunun yerine bölgesel ve yerel güçler arasındaki savaşımlarda alınan konumlar ve verilen desteklerle hegemonya savaşı kendisini sürdürüyor. Ve savaşın kendisini en yoğun olarak gösterdiği bölgelerin başında Orta Doğu geliyor.

2010’lu yılların başından itibaren sıcak savaşlar cehennemine dönen Orta Doğu’da, pandeminin de etkisiyle, ateş az da olsa sönmüş durumda. Ateşin sönük olmasının nedeni ise küresel, bölgesel ve yerel güçlerin önemli oranda yıpranmış olmaları. Yıpranmayı gidermek için de onarım çalışmalarına yoğunlaşan güçler, birbiriyle ufak çatışmalara girmekten de kaçınmıyorlar. Son dönemde Lübnan ve Suriye üzerinden yaşananlar da bunun göstergesi.

Lübnan’a Sopa ve Havuç

Savaşsız günü geçmeyen Orta Doğu’da son 50 yıldır silahların neredeyse hiç susmadığı Lübnan, yine fillerin tepiştiği ülke oldu. Ekonomik olarak neredeyse çökmekte olan ülkede şimdi de döviz ve petrol krizi yaşanmakta. ABD, İran’ın bölgedeki yayılmasına yönelik hamlelerini Lübnan’da yoğunlaştırarak hem İsrail’in güvenliğini sağlamaya hem de Hizbullah’ı sıkıştırmaya çalışıyor. Askeri olarak İran ve Hizbullah’ın önünü kesemeyen ABD, Lübnan’da da ekonomi silahına başvurmuş durumda. Daha önce İran’ın petrol gelirini indirmeye çalışan ambargo hamlesi, Suriye ekonomisini çökertmek için çıkarılan Sezar yasası ile ekonomi silahına ateşleyen ABD, bunlardan beklediği sonucu alamamıştı. Şimdi Lübnan’da döviz ve petrol krizi ile baskı uygulayan ABD, farklı olarak “alternatifleri” de ortaya koyuyor. Bu alternatif Mısır ve Ürdün üzerinden gerçekleşiyor. 

Yaklaşık bir yıldır Suriye üzerinden Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğini almak isteyen Lübnan hükümetine “izin” çıktı. Böylece ABD Mısır ve Ürdün gibi bölgedeki müttefiklerinin ekonomik etkisini arttırırken Lübnan ve Suriye gibi İran etkisinin yoğun olduğu ülkelere de “havuç” uzatıyor. ABD havuç-sopa ikiliği ile hasımlarını dize getirmeyi hedeflese de sopanın özgül ağırlığı kendisini koruyor. Nitekim yaşanan krizlerin faturasını Hizbullah ile Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Aun’a çıkartmak için İsrail ve Körfez ülkelerinin gösterdiği çaba buna işaret ediyor. 

Öte yandan Hizbullah’ın döviz krizini aşmak için İran’dan petrol ve ilaç alma önerisi ile petrol krizi için İran’dan akaryakıt gemisi getirmesi ABD’nin havucunun itibar görmediğini ortaya koyuyor. Hatta ABD ve İsrail’in gemiyi vurma tehditlerine karşılık geminin Suriye’ye yanaştırılması ve oradan da tankerle Lübnan’a taşınacak olması, ABD’nin hamlelerinin sonuç almasının pek de olası olmadığını gösteriyor.

Ek olarak Rusya ve Çin’in petrol rafinerisi kurma önerileri, her ne kadar ABD tarafından red edilse de, Washington’u bölgede sıkıştıran diğer etmenler olarak öne çıkıyor. Ayrıca İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) tam üye olarak kabul edilmesi önümüzdeki süreçte Rusya ve Çin’in bölgedeki hamlelerini sıklaştıracağına işaret ediyor. ABD ve dolayısıyla İsrail ve “Batı” için kısa ve orta vadede bölgedeki gelişmeler hiç de umut vaat etmiyor.

Suriye, Rusya ve Çin

Lübnan’ın yanı sıra Suriye’de yaşanan gelişmeler de hegemonya savaşımının birer yansımasını barındırıyor. Haziran ayında Putin ile Biden’in görüşmesinin ardından ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Brett McGurk’un Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Verşinin ve Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentev’le yürüttüğü temaslar, ABD ile Rusya’nın Suriye’de bir “dengeye” varmak istediklerini gösteriyorlar. Bu temasların ardından Beşşar Esad’ın Putin ile görüşmesi, Suriye Demokratik Meclisi (SDM) Eş Başkanı İlham Ahmed’in önce Moskova’ya sonra Washington’a gidecek olması, BM Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen’in Şam’a gittikten sonra Türkiye’deki muhalifler ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesi ABD ile Rusya’nın Suriye’deki bölgesel ve yerel güçlere de dengeyi dayatarak bu konudaki ciddiyetlerini ortaya koyuyor. 

ABD, Suriye dosyasında var olan konumu korumakla birlikte “gerilimi” Rusya’nın üstüne bırakarak Çin’e daha kuvvetli yönelmesini sağlayacak enerjiyi toplamayı amaçlamakta. Ayrıca Rusya’nın Suriye ile oyalanmasını sağlayarak onun Çin’e desteğe gelmemesini, gelirse de daha kuvvetle gelmesini hedefliyor. Bu hedefler Kissinger’in SSCB’yi yalnız bırakmak için Çin’i yanına çekmesi hamlesini andırıyor, fakat Çin ve Rusya’nın tarihten ders aldığı görülüyor. 

Rusya Suriye’ye gömülüp kalmamak için SDM ile Esad arasındaki ilişkileri geliştirirken Dera’da tekrar ayaklananlar ile Esad arasında mutabakat sağlıyor. Çin de Afganistan’da olduğu gibi bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek çembere alınmasını engellemeye çalışıyor. İran’ın ŞİÖ’ye alınması da Rusya ve Çin’in ABD’nin bölme stratejisine kolayca kanmayacaklarına işaret ediyor.

Diğer yandan Avustralya’nın Fransa ile yürüttüğü 40-60 milyar dolarlık denizaltı projesini ABD’nin isteğiyle iptal etmesi, Fransa ile ABD arasındaki gerilimi daha da arttırmış durumda. 20. yüzyılın başında İngiltere ile birlikte Orta Doğu’nun efendisi olan Fransa’nın eski günlerine dönmek için son dönemde bölgede yaptığı hamlelerin yanına bu gelişmeyi koyduğumuzda ABD’nin “Batı”dan istediği desteği alabilmesinde bile şüphelerin olduğu görülüyor. 

Kapitalizmin krizi, pandemi, Rusya ve Çin’in birlikte hareket etmesi, Fransa ile olan gerilim ABD’nin bölgedeki işinin hiç de kolay olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Fakat ABD’yi ve Orta Doğu halklarının yaşamsal çıkarlarını göz etmeyen diğer küresel güçlerin hesaplarını bozacak esas güç halkların direnişi olacak. Pandemi öncesinde oldukça boy veren halkçı direnişler henüz pandeminin etkisini üzerinden atamamış olsalar da Lübnan’daki gösterilerin de gösterdiği üzere kurtuluş ışığının yandığını dosta ve düşmana gösteriyorlar. 

25 Eylül 2021 Cumartesi

(Çeviri) Alman Seçimleri: Kim Kiminle Seçimleri - Victor Grossman

Önümüzdeki seçimlerde, her zaman Pazar günleri gerçekleşen Alman seçimlerinde her vatandaşa postalanan kayıt kâğıdını ibraz etmeniz ve ardından kâğıt oy pusulasına çarpı işareti koymanız yeterlidir. Patronla sorun yok, eksik iş yok, dolandırıcılık veya ayrımcılıkla ilgili uzun kuyruklar veya kavgalar yok. Kulağa kolaymış gibi geliyor.

Ancak bu oylamalar çok, çok uzun sürebilir ve çarpılarınız için doğru seçimi yapmak sorunlara yol açabilir. Bundestag’da sandalye kapmak için 47 parti yarışıyor; aritmetiği, hatta belki de hesabı tazelemek akıllıca olabilir. Bu yıl aynı gün Berlin’de de 34 partinin Temsilciler Meclisi ve on altı ilçe konseyinin tamamı için yarıştığı kendi eyalet seçimleri var. İyi bir kalemtıraş (ya da tükenmez kalem) faydalı olabilir. Bu partilerin çoğu Hayvan Hakları Partisi, Liberal-Muhafazakâr Reformcu veya geçmiş yıllarda Amerikalı bir provokatör olan Lyndon LaRouche’un Alman dul eşi tarafından yönetilen bir parti gibi çoğunlukla küçük, hatta küçücüktürler. Ya da küçük Alman Komünist Partisi gibi. Çok azı yüzde 1’e ulaşır.

Son yıllarda üçü sağda olan altı parti birbirine rakip olabildi. Bavyeralı özel ikiz kardeşi ile ikili bir parti olan Hristiyan “Birlik” (CDU-CSU), şimdi Angela Merkel’in anne çekiciliğinden yoksun. Onun yerine ana aday, muhafazakâr Armin Laschet, genel olarak “aynı yolu izlemek” istiyor, ancak sıfıra yakın karizması var. Laschet yakın zamana kadar lider durumundaydı, ancak daha sonra kısmen korona krizinde CDU’nun yaşadığı karmaşa ile sel felaketi nedeniyle sağlıksız bir şekilde yüzde 20’ye düştü. Cumhurbaşkanı sel mağdurlarını görmezden gelirken, Laschet’in televizyonda gizli bir kahkahayla yakalanması ona yardımcı olmadı. Eğilimi tersine çevirmek için sergilediği çılgınca çabalar, esas olarak “Sol Parti’den (Die Linke) gelen tehlikeler” hakkında onları komünistlikle suçlamaktan ibarettir.

Birliğin küçük müttefiki Hür Demokrat Parti (FDP), neredeyse açıkça iş dünyası yanlısı olduğunu gösterdi: “Zenginleri vergilendirmeyin!” Ancak partinin tek adamı, her zamanki gibi konuşkandı, anketlerde partinin oy oranını yüzde 11’e çıkarmayı başardı.

Bir de neo-faşist Almanya için Alternatif (AfD) var. Partinin iki yüzünden biri saygınlık arar, diline biraz dikkat eder ve diğerlerinin, en azından şimdilik, Hitler yanlısı ellerini ceplerinde tutmalarını ve sözlü (ya da gerçek) düz kol selamlarını ertelemelerini sağlamaya çalışır. CDU-CSU içindeki bazı sağcılar bu fikirle sürekli flört etseler de AfD ile koalisyon, diğer tüm partiler için hâlâ tabu.

Ancak AfD yüzde 10-11 oranında durgunlaşırken, The Basis (yani “tabanlar”) adlı yeni bir parti kuruldu. Tek programı, yüz maskelerini ve sosyal mesafeyi- ve bunları uygulamaya çalışan polisleri- reddetmek gibi görünüyor. Hem soldan hem de aşırı sağdan insanları, bazı çılgın aşı karşıtı insanları cezbediyorlar, ancak çoğunlukla virüs kısıtlamalarından ve hükümetin pandemide para ve sansürle sergilediği beceriksizlik, kabadayılık ve vurgunculuktan bıkmış insanlar bunlar. Bu parti ortadan kaybolacak mı (belki Korona ile) yoksa finansal destekçileri ve ona sahip çıkanları anlaşılmaz ve gizemli kalan bir tehdit mi olacak? Göreceğiz.

“Merkezin solundaki” üç parti ne durumda? Sosyal Demokratlar (SPD) tamamen çöküşe mahkûm görünüyordu; Haziran ayında, Almanya’nın ikinci partisi için inanılmaz derecede düşük olan yüzde 14 ile sürünerek ilerliyorlardı. Ama aniden göğe yükseldiler; şimdi anketlerde yüzde 25’te, seçime sadece birkaç gün kala, sandıktan en güçlü şekilde çıkmaları çok olası görünüyor. Başbakan adayları, şu anda Şansölye Yardımcısı ve Maliye Bakanı olan Olaf Scholz, kendinden emin, kayıtsız ama açık sözlü bir tavır sergiliyor; dev bir vergi kesintisinde şehrin belediye başkanıyken bir Hamburg bankasına gizlice danışmanlık yapmak ya da departmanının izlemesi gereken, milyarlarca doları toplayan sahte bir finans şirketinin dolandırıcılığını “gözden kaçırmak” gibi bir skandal üstüne başka bir skandala rağmen bir şekilde birçok seçmeni kazandı. Ancak birçok “Hıristiyan” politikacının eli de hiç temiz değil. Her nasılsa SPD, çalışan insanlara -seçimlerden önce- güzel iyileştirmeler vaat etmek için güzel sanatlara odaklandı, ancak daha sonra, kazanırsa, onları sulandırarak, unutarak ve hatta mahvederek, yine de bir şekilde bir sonraki seçimler için gerekli olan zamana dair güveni yeniden kazandı.

Yeşiller partisi de geçen Nisan ayında eşi benzeri görülmemiş bir şekilde anketlerde ilk sırayı (yüzde 28 ile) alarak öngörülemeyen bir duruma geldi. İki ay boyunca enerjik genç lideri Annalena Baerbock’un Şansölye bile olabileceği görülüyordu. Ama ne yazık ki Haziran’da ikinci ya da üçüncü sıraya düştü; partisi bölünme belasıyla karşı karşıya kalırken kendisinin neşeli coşkusuna verilen halk desteği, büyüdüğü kadar hızlı bir şekilde azaldı; ancak bir zamanlar solcu olan, şimdi çoğunlukla iyi konumlanmış eski savunucularını kaybetmeden daha genç çevrecileri elinde tutmak için solcu bir parti olarak uzun süredir devam eden itibarını koruyor.

Ve sonra, Doğu Almanya’yı kırk yıl boyunca yöneten Sosyalist Birlik Partisi’nin kalıntılarıyla birlikte Die Linke, Sol Parti, var. Birleşmeden sonra, siyasi manzarayı değiştirmek için bu parti ortak bir çaba içinde militan Batı Alman solcularıyla birleşti, küçültüldü, reforme edildi, gençleştirildi. Sayısız handikaplara ve bir dizi parti içi farklılıklara rağmen (kitle iletişim araçları gibi) bazı gerçek başarılar elde etti.

Tek başarı, partinin (sağ kanadının) en üst sırada yer aldığı ve hükümeti paylaştığı SPD ve Yeşillerin çok önünde olduğu Thüringen eyaletindeydi. SPD liderliğindeki bir “merkez solu” üçlüsü de son dört yıldır Berlin’i yönetiyor; anketlere güvenecek olursak, dört sene daha devam edecek.

Ancak Almanya’nın başkentinde ve en büyük metropolünde yönetimi paylaşsalar da programları her zaman paylaşmazlar. Bu, çoğu insanın kiralık apartman dairelerinde yaşadığı bir şehirde, konut tartışmasında en açık şekilde görülüyor. Kira seviyelerini sınırlayan ve artışları engelleyen bir yasa üzerinde anlaştılar, ancak Almanya’nın Yüksek Mahkemesi bu tür kararların ulusal düzey dışında alınamayacağına karar verdi. Ardından bir grup partisiz militan 3000’den fazla daireye sahip tüm emlak şirketlerini, dairelerini kamu mülkiyetine devretmeye zorlamak için yeni bir referandum kampanyası başlattı. Bu da şehrin insanlarının düzenli kira ödemeleriyle evlerini geri kazanacağı bir fiyata 240.000 daireyi, emlak devlerinin soylulaştırma programlarındaki sürekli artışların hiçbiri olmaksızın “müsadere etmek” anlamına gelir. Çeyrek milyon Berlinli, gerekenden çok daha fazlası, dilekçeyi imzaladı ve böylece plan önümüzdeki pazar günü Berlin’de oylamaya sunulacak – bir oylama daha! Onaylanırsa, bu müsadere yeni seçilen şehir delegeleri tarafından tartışılmak zorunda olacak. Sol Parti, Berlin’deki “ılımlı” eğilimlerine rağmen bu oylamaya tam destek sunuyor. Yeşiller? İstemeye istemeye Sol Parti’nin aksine birkaç imza toplamakla yetindiler. Berlin’in ilk kadın belediye başkanı olabilecek ana adayı da dâhil olmak üzere SPD’ye gelince, buna kesinlikle karşı çıkıyor. Büyük emlak şirketleriyle olan bağları, herhangi bir ilkeden daha güçlü görünüyor. Berlin’deki çok sıcak zamanlar yalnızca doğadaki iklimden dolayı olmayabilir! 

Ulusal sahnedeki tartışmalar bir anahtar soru etrafında dönüyor; kim kiminle? Olaf Scholz’lu SPD birinciliği kazanırsa, hükümeti kurmak için yine ortaklara ihtiyacı olacak. Biri kesinlikle onun en yakın komşusu Yeşiller olacak. Ancak bu ikisi, ihtiyaç duyulan koltukların ve oyların yarısına zar zor ulaşacak. Çok sallanan bir taburenin üçüncü ayağını kim sağlayacak? İkisinden de hoşlanmayan büyük patron FDP? Yoksa Sol Parti mi? SPD ve Yeşiller’in de kanatları var; sağ kanatları ısrar ediyor, “Hiçbir zaman Doğu Almanya’nın kalıntısı Kızıllarla değil!” Sol kanatları sessizce aynı fikirde değil: “Belki her şeye rağmen Sol Parti ile, ancak ve ancak Alman askerlerini NATO veya diğer görevlere göndermeye karşı muhalefetine son verirse.”

Sol Parti’nin kanatları da zıt yönlerde kanat çırpabilir. Bazıları der ki: “Taviz vermeye istekli olmalıyız. Federal hükümette bakanların olmasının ne anlama geldiğini bir düşünün”! 

Diğerleri çelişiyor: “Bu, partimizin varlık nedeninin kalbi olan Alman yayılmacılığına ve askeri yığınağa karşı çıkmaktan vazgeçmek anlamına gelir! Bu üçlünün en küçüğü ve en zayıfı olan bizler, emekçiler, yaşlılar veya çocuklar için iyileştirmeler kazanmak için herhangi bir girişimde bulunmamıza rağmen, artık anti-emperyalist değil, gerçek solcuların Birinci Dünya Savaşı’ndan beri karşı çıktığı bir düzenin destekçisi olacağız! Artık yalnızca “Barış Partisi” olmayacağız – ve bu nedenle gereksiz de olmayacağız!”

Ama Sol çok daha büyük bir tehditle karşı karşıya; anketlerdeki rakamları, bir zamanların en yüksek seviyesi olan yüzde 11’in altına düştükten sonra yüzde 7’ye, hatta yüzde 6’ya düştü – tehlikeli bir şekilde yüzde 5’e yakın. Parti bu sihirli ayrım çizgisine ulaşamazsa, bir kesimin statüsünü, neredeyse tüm delegeleri, medyadaki haklarını, resmi mali desteği kaybeder ve ilericilerin etkinliğini ve duyulabilir sesini kaybetmeye çok yaklaşır! Her nasılsa, hayatlarını iyileştirmek için gerçek bir şansı olduğuna inancı azalan “eski sadıklar”ından daha azını ikna edemedi. Doğu Almanya’da genellikle “Kuruluşun” bir parçası olarak görülür; Batı Almanya’da hâlâ anti-komünist, anti-DAC önyargılarının yükü altındadır. Kira sorunu dışında, güçlü, meydan okuyan bir savaşçı olarak itibar kazanmadı. Birçok cesur çabaya rağmen, parti büyük tehlikede.

Bu zorluğun üstesinden gelmesi halinde, eğer davet edilirse, bir hükümet koalisyonuna katılma sorunu devam ediyor. Pazar günkü iki ana Sol adaydan Doğu Alman Dietmar Bartsch, “Kırmızı-Yeşil-Kırmızı” koalisyonuna doğru eğiliyor (SPD ve Sol Parti, parti renklerinin kırmızı olduğunu iddia ediyorlar). Diğer ana aday, Batı Almanya Hessen’den Janine Wissler, federal kabinede kendisine bir sandalye kazandırabilecek olsa da, böyle bir uzlaşma fikrinden mutsuz görünüyor. Televizyon tartışmalarında Janine sıkı, net, her zaman (veya neredeyse her zaman) dostça bir gülümsemeyle, diğer partilerin sınırlı programlarına ve onların Rusya ve Çin’e karşı genellikle endişe verici kavgalarına karşı çıkan sert bir savaşçı olmuştur. Janine SPD ve Yeşiller’in, – eğer yeterince ehlileşmişse – ve yüzde 5’ten fazla alırsa! Sol Parti’nin bir çoğunluğa ulaşmasını isteyebileceklerine dair belirsizliklerine dikkat çekiyor.

Virüsün bu ayları karmaşık zamanlar. İşin iyi tarafı, bazı emekçiler direniyor. Lokomotif mühendisleri, üç trenin durmasından sonra bir mücadeleyi kazandı, Berlin hastanelerinin personeli daha iyi koşullar için militanca grev yapıyor. Koronanın şimdiki durumu veya sonrası birçok çatışmayı beraberinde getirebilir. SOL’un liderliğinde büyüyen bir mücadele her zamankinden daha gerekli olabilir! Pazar günkü kritik oylama için gerçekten de hesaplamaya veya bir kristal küreye ihtiyacımız olabilir!

(Bu yazı Türkçeye El Yazmaları için Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinali için:https://portside.org/2021-09-21/german-elections-who-whom-elections)

21 Eylül 2021 Salı

Halkın Derdine Derman DEVA’da Bulunmaz

(El Yazmaları, 21 Eylül 2021 (Toplumsal Özgürlük Ekim 2021))

AKP’nin ilk yıllarında, İslami camianın uzun zamandır beklediği “altın neslin” ilk üyelerinden biri olarak gösterilen Ali Babacan, peyda olduğu partiye karşı açtığı bayrağı son günlerde daha fazla sallandırıyor.

Geçtiğimiz günlerde “Kesinlikle Cumhur İttifakı’nda yer almayacağız” ve “Millî günlerimiz üzerinden, bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına izin vermeyiz” söylemleriyle iddiasını büyüten Babacan, yaptığı il gezileriyle de halk arasındaki desteğini büyütmeye çalışıyor.

Fakat bu büyütme çabalarının beklenen karşılığı bulma ihtimali pek de olası görünmüyor. Tıpkı Babacan’ın çabalarının devamını getirebilme ihtimali gibi.

Maneviyat ve Maddiyat

Partinin kurulduğu ilk günlerde AKP ve Erdoğan’ı eleştirerek muhalefet kitlesine yakın bir pozisyon almaya çalışan Babacan, kimi yönleriyle seküler ve modern bir hayat tarzına (bkz. 140journos belgeseli) sahip olduğunu sunmaya çalışmıştı. Bu tarzıyla “laik” kesimin sınırlı da olsa ilgisini çekebilen Babacan, AKP karşıtı kesimden alabileceği desteğin sınıra geldiğinin farkına varmış durumda.

Partisinin, anketlerde yüzde 2’nin üzerine hiç çıkamaması da bu farkındalığı artırmış olmalı ki, Babacan “eski mahallesine” yöneldi. Trabzon’da “Bizim başarılarımızla övünmeyi bırakın artık” diyerek AKP’nin “başarılarını” tek başına sahiplenmeye kalkışan Babacan, AKP kitlesinin partiye azalan güvenini kendisinin sağlayabileceğine işaret etmeye çalışıyor. Buna ek olarak 30 Ağustos sonrasında yaptığı açıklamayla “dindar” yani AKP’nin kemik kitlesine “ideolojik” güvence de vermeye çabalıyor.

Böylece Babacan AKP’den uzaklaşan ama tam anlamıyla kopmayan kitleleri, özellikle esnaf ve yoksul kitleleri, ilk olarak söylem ve ideoloji üzerinden “maneviyata” dokunarak kendisine çekmeye çalışıyor. Ekonomideki ‘‘başarısını’’ da bunlara ekleyerek, ekonomik krizden ve pandemiden oldukça etkilenen esnaf ile yoksul “dindar” kitleleri “maddiyaten” de ikna etmeye çalışıyor. Bu maneviyat ve maddiyatla, özellikle İç Anadolu ve Karadeniz’deki sayıca çok olan kitlelerin kazanılarak partinin niceliğinin arttırılması hedefleniyor.

Amma velâkin Babacan’ın eskiyi sadece olumlu yanlarıyla görüp, yeni zamanda da eskinin “ekmeğini yeme” çabaları akla Nasreddin Hoca fıkrasını[1] getiriyor. Fakat Babacan’ın sandığının aksine ne geçmiş ne de gelecek parlak.

Hayaller…

AKP iktidarı boyunca kabinedeki yerini koruyan, kabinede olmadığı son yıllarda da etkisini sürdüren Babacan, bunu “yetenekleri” kadar uluslararası finans-kapital ile kurduğu ilişkilere de borçlu. Nitekim Erdoğan da bunu çeşitli zamanlarda üstü kapalı bir biçimde ortaya koymuştu. Babacan şimdi de bu ilişkilerini kullanarak, Türkiye’ye son dönemde akmayan “sıcak parayı” aktarabileceğini, böylece tıpkı eskisi gibi geniş likiditenin verdiği imkanla ucuz kredi yağdırabileceğini “satmaya” çalışıyor. Yağacak ucuz krediden yararlanacak olan esnaf ise pandeminin ve ekonomik krizin etkisini tamamen silerek önüne umutla bakacak. Yine bu ucuz kredi yağmurundan ücretli emekçi, yoksul da yararlanarak borcundan harcından kurtulacak, güneşli güzel günlere uyanacak. Ne güzel bir hayal!

AKP’nin ilk döneminde yaşanan bu “hayalden” halkımız ve insanlık, günümüzde dünya çapında yaşanan krizle uyandı. Ve sermaye krizden hala nasıl çıkacağını bilemezken, eskisi gibi sıcak para akışının gerçekleşmesi de olası değil. Kaldı ki son dönemlerde nadir gelen sıcak paralar da döviz kurunun hızlı artışından yararlanıp kısa sürede geri dönmekte. Bu da gelen sıcak paranın bedelinin ağır olmasına yol açıyor. Dolayısıyla “başarılı” Babacan’ın getireceği sıcak paranın maliyeti, eskisinden daha ağır olacaktır. Ve biliyoruz ki bunun maliyeti, şimdi olduğu gibi, halka ödettirilmeye çalışılacaktır. Böylece açıkça vurgulamak gerekir ki Babacan’ın ekonomideki “başarılarına” baktığımızda “altın neslin” güler yüzlü çocuğundan çok, halkın rızkına çöken “altın çocuğu”[2] görmekteyiz. Ve eskisine nazaran bedeli sadece yoksul halk değil, tefeci-bezirgan kökeninden gelen talan iştahını atamayan esnaflar da ödeyecektir.

Derman ve Deva

Son dönemde Babacan’ın başarılarının yanı sıra gündem olan bir diğer isim de Metin Gürcan. Partinin kurucu üyelerinden olan Gürcan, uzun zamandır çeşitli konularda gündemde olsa da, geçtiğimiz günlerde Avrasyacılarla yaşadığı polemiklerle şimdilerde ön planda. “Rasyonel aklı” savunduğunu söyleyen Gürcan, TSK’nın NATO ile ilişkilerini derinleştirmesinden yana.[3] Avrasyacılara yönelik tepkisini arttıran ve Mavi Vatan kavramının mucidi Cihat Yaycı ile polemiğe girmekten kaçınmayan Gürcan[4], Suriye üzerinden de hükümete, Afganistan üzerinden de Avrasyacılara yüklenmeyi sürdürüyor.

Bütün bunlar Gürcan’ın dış politika ve askeri konularda TSK’nın Batı yanlısı kanadının sözcülüğüne oynadığı gösteriyor. Nitekim Babacan’ın uluslararası finans-kapital ile olan ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde bunun tesadüf olmadığı ortada. Böylece DEVA’nın ekonomi, dış politika, askeri meselelere bakışının yanı sıra dindar kitleyi “sahiplenme” çabası açısından AKP’nin ilk dönemleriyle paralel bir çizgi izlemeye çalıştığı görülüyor.

Kapitalizmin dünya çapındaki krizinin yanı sıra Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, siyasi ve devlet krizi, DEVA’nın “eskiyi” hatırlatan çalışmalarının büyük oradan nafile olacağına işaret ediyor. DEVA partisine yapılan silahlı saldırı[5] da ortamın eskisi gibi “yumuşak” olmadığını sert bir şekilde hatırlatıyor.

Öte yandan DEVA’nın ön plana çıkma çabaları, sermayenin derinleşen krizini çözme konusunda “eskiye” sarılma olasılığını da göz önünde bulunduracak kadar çaresiz olduğunu da gösteriyor. Bu noktada halkın derdine devanın “sorgudan kaçan eski ölü”de değil, halkın ta kendisinde olduğunu ısrarla vurgulamanın hayati önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Ülkenin dört bir yanında irili ufaklı uç veren direnişler, halkın dermanın başka “deva”da değil kendinde olduğunun idrak ettiğini açıkça ortaya koyuyor.

Niyâzî Mısrî’nin dediği gibi: “Dermân aradım derdime, Derdim bana dermân imiş, Bürhân[6] aradım aslıma, Aslım bana bürhân imiş…”

Dipnotlar:

[1] Nasreddin Hoca hasta olmuş: “Ben ölünce beni eski bir kabre gömün” diye vasiyet etmiş.

Öyle de yapmışlar… Münkir ve Nekir gelmiş (sorgu melekleri), sorguya çekecek,

Hoca: “Ben eski ölüyüm; benim sorgum yapıldı” karşılığını vermiş. (Bu fıkrayı derleyen Pertev Naili Boratav’ı saygıyla anıyoruz).

[2] Argoda iyi hırsızlık yapanlara takılan lakap.

[3]https://tr.sputniknews.com/20171124/metin-gurcan-turkiye-natoya-verdiginden-fazlasini-aliyor-1031135634.html

[4]https://odatv4.com/guncel/dunun-polemigi-aydinlik-mansetiyle-suruyor-deva-partisi-kurucusunun-seceresi-ortaya-cikti-210521

[5] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/deva-partisi-ilce-binasina-gece-yarisi-silahli-saldiri-1870572

[6] Bir hükmün, bir önermenin delil olarak kendisine dayandırıldığı, önceden doğru diye kabul edilmiş olan hüküm.

15 Eylül 2021 Çarşamba

Bizim Pazara Da Nur Yağacak Mı?

(El Yazmaları, 15 Eylül 2021)

AKP iktidarının “resmi” ve milli günleri düşük düzeyde kutlamaya başladığından beri, bu günlerin halkın belirli bir kesimi tarafından her geçen sene daha gönüllü ve içten kutlandığına dair kimi tespitlerde (özellikle kendini Atatürkçü olarak tanımlayanlar tarafından) bulunulur. Önemli bir haklılık ve doğruluk payı bulunan ve süreklileşen bu tespite, Afganistan’da yaşananlar ile Nuray Mert, Hasan Cemal ve Murat Belge’nin takdirleri[1] önemli katkı sundu.  

Geçtiğimiz dönemlerde Atatürkçü kesimlerle önemli “polemikler” yaşayan ve Kemalizm’e net olarak mesafe koyan kimselerin takdiri, insanın aklına ister istemez “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” atasözünü getirmekte. Fakat bu takdirin eskiye rağbetten çok “eskiye rahmet okumakla” ilgili olduğu ortada.[2] Ve eskiye gösterilen bu takdirin altında ise modernleşme, laiklik ve cumhuriyete dair görüşlerin çarpıklığı yatmakta.

Modernleşme ve Özneleşme 

19. yüzyılın başlarında Osmanlı’da başlayarak kopuş ve süreklilik içerisinde Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam eden “modernleşme” süreci, coğrafyamızda tartışması hiç bitmeyen bir konu olarak yaşamını sürdürüyor. Neredeyse iki yüzyılı aşan bu süreçte, önemli düzeyde belirli bir ilerleme sağlanmış olsa da “geriye” gidileceğine dair ciddi bir kaygı da yaşanmakta. Fakat bu ilerlemeler ile gerilemeye dair kaygılar, modernleşmenin özünden çok biçimine odaklanmakta. Haliyle de meselenin, yani modernleşmenin, derinleşip geniş bir alana yayılarak nüfuz etmesi ve kalıcılaşmasında birçok engel ortaya çıkıyor.  

Modern olmanın ”kabaca içki içebilme, kadınların giyinme ve eğitim alma özgürlüğü’nün” vb. biçimsel (bunların da oldukça önemli olduğu tabi ki su götürmez) yönüyle ele alınması, bireyin ve birey dolayımıyla toplumun özneleşmesi gibi modernizmin en önemli gündemlerinden birinin tartışılmasını gölgelemekte. Çünkü modernleşmenin biçimselliğinin “dışarıdan verilmesi”, onun bir özne tarafından inşa edilebilir olabileceği düşüncesini arka plana atmakta. Nitekim bu düşüncenin belki de en kristalize hali olan ”Komünizmi de biz getiririz” cümlesi de, halkın ve yurttaşın bir şeyi alabilecek halde olmadığını, yüce bir nesnenin (yani devletin) ona vermesi gerektiğini ifade ediyor. Buna “cumhuriyet kurulduğunda işçi sınıfı mı vardı ki sosyalizm kurulsun”dan “halk cahil, hala AKP’ye oy veriyor”a uzanan düşünce silsilesini eklediğimizde halkın ve yurttaşın özneleşebileceği ihtimalinin “modern”, ”çağdaş”, “aydın” ve hatta liberal kimseler tarafından hor görüldüğü ortaya çıkıyor. Böylece ülkede olabilecek ve hatta olması gereken “olumlu” ve ilerici şeylerin birtakım yüce nesneler tarafından gerçekleştirilmesi bekleniyor. 

Cemal ve Belge’de ise bu yüce nesnelerin başında “Batı” gelmekte. Cemal’in yazısında[3] Erdoğan’ı eleştirirken “Batı’ya sırtı dönük olan… Yüzü Doğu’ya dönük olan…” demesi ve yine Belge’nin yazısında[4] “Böyle bir kavgada, doğal olarak “Atatürkçü” dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin “Batılılaşma” kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor” diyerek “Batı”yı işaret etmesi, olumlu şeylerin Batı’nın etkisiyle ve eylemiyle gerçekleşebileceği düşüncesinin egemen olduğunu gösteriyor. Keza Nuray Mert’in de konuşmasında başta kadın ve ekoloji hareketi gibi toplumsal hareketleri göz ardı ederek, Atatürkçülere “sivil toplum” ödülünü vermesi de “Batı”ya işaret etmekle birlikte önceki “reformları” gerçekleştiren devletlûlara yönelik utangaç minnettarlığı ortaya koyuyor.[5] 

Böylece bir zamanlar Kemalizm’e mesafe almış kimselerin “rahmetten” kaçılmaz diyerek “koşması”, onların aslında yüce nesneye karşı olmaktan birkaç adım mesafe koyduklarını gösteriyor. Ve bu koşuşun hiç de şaşırtıcı olmadığını.

Kendinde Değil Kendi İçin 

Benzer bir durum laiklik konusunda da görülüyor. Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirmesinin ardından duyulan “kaygı”, var olan haklara şükredilmesi gibi bir duruma yol açtı. Hatta bu durum kimilerinde laikliğin “özgürlükçü” olamayacağı, tepeden dayatılmayla gerçekleştirilmek zorunda olduğu düşüncesine neden oldu. 

Bu düşünce kimilerinde cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan “reformların” (pardon “devrimlerin”) savunusuna kadar da gitmiş durumda. Fakat burada da yine eyleyebilecek öznenin halk değil, yüce nesne olduğuna dair düşünceyi görmekteyiz. Dolayısıyla kimseye sormadan “modernleşme” hamlesini başlatan ve “devrimlerle” bu modernleşmeyi başaran yüce nesneye sahip çıkmalı, halkın özneleşmesi de bu arada gerçekleşebilirse sevinelim, yoksa da bu ilerlemelere sevinelim denmekte. Peki ya yüce nesnenin bu hamleleri halkın özneleşmesi için mücadele verenlerin canına kast edip, “cahil” halkın özneleşmesini engellemiş ve yine yüce nesnenin sermayenin çıkarları doğrultusunda cevaz verdiği “karşı-devrimciler” bu “reformları” eğip bükmüşse? Yani en başından beri sermayeyi kendi fidesinde yetiştiren yüce nesnemiz, bu “reformları” halkın çıkarları doğrultusunda değil de hep sermayenin dönemsel çıkarları doğrultusunda yapmışsa? Ve bu sorular bugün hâlâ devam ediyorsa? 

Bu sorulara “verilmeyen” cevapların da aslında solun önemli bir kesiminin “kendisi” olmaya cesaret edememesinin yanı sıra halkın ancak sınırlı koşullarda özne olabileceği düşüncesine sahip olduğuna işaret ediyor. 

Solun krizinin de etkilediği bu düşünce, halkçı kitlelerin önemli bir olasılık olan üçüncü yola yani demokratik bir cumhuriyet mücadelesine değil, CHP ve İyi Parti’nin öncülüğündeki restorasyon cephesine yönlendirilmesine destek sunmuş oluyor. Böylece hem kapitalizmin krizinin hem de devlet krizinin yarattığı boşlukta siyasal alanda kazanılabilecek önemli bir konum heba ediliyor. Bu konumun kazanılamaması ise ileride daha geniş alanlara yayılabilmeyi sağlayacak bir “üssün” oluşmasını da engellemekle birlikte solun krizini de derinleştiriyor. Ve buna ek olarak Kemalizm ile yapılamayan hesaplaşma sosyalist solun siyasal alanın yanı sıra “ideolojik” alanda da konumlanma fırsatını kaybetmesine neden oluyor. 

Kapitalizmin derinleşen krizi, pandemi süresince insanlardan oluşan kapitalizm karşıtı düşüncelere ek olarak Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli biçimlerde kendini ortaya koyan halkçı direnişler, sosyalist solun hem siyasal hem de ideolojik alanda önemli bir alan kazanabileceğinin göstergeleri olarak önümüzde duruyor. Fakat bu alanı kazanabilmenin yolu “kendinde” olmaktan değil “kendisi için” olmaktan geçiyor. 

Bu bağlamda sosyalist solun, liberallerin gösteremediği basireti gösterip, yüce nesneye bağımlı özneleşmeyi değil, kendi mücadelesinden doğru bağımsızca özneleşme cesaretini göstermesi gerekiyor. Bu “bağımsızlık” kendisini steril ve küçük alanda konumlanarak değil yaşamın her alanına müdahale edip eyleyenlerle ilişkili bir biçimde “kendisi” olarak konumlanmaya çalışmakla mümkün olabilir. Sokaklarda, meydanlarda ve günlük yaşamın her alanında gösterilen irili ufaklı çabalar ise bu mümkünün mümkün olabileceğini işaret ediyor. Yeter ki başka pazarlara değil kendi pazarımıza meyil edelim. Son sözü Aşık Veli’ye verelim: 

“Veli’m pire vardı pir meydanında, Her ne ister isen var meydanında, Alışveriş eylen kâr meydanında, Metahım bezirgan malıdır deyi.”

Dipnotlar:

[1] https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkculuk-turkiyenin-en-basarili-sivil-toplum-hareketi-oldu/

https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315 

[2] Eskiye okunan rahmet, akıllara şu fıkrayı getirmekte: Günün birinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır. Elbette yağmur yağdığı vakit ya koşulur, ya da bir yerlere sığınılır. Nasreddin Hoca da yağmurun yağışını ve sokakların yalnızlığını pencereden seyrederken bir de bakar ki yağmurdan kaçan bir adam… Hoca biraz dikkatli baktığında bunun bir komşusu olduğunu anlar ve pencereyi açarak; “Komşu, komşu, utanmıyor musun, niçin Allah’ın rahmetinden kaçıyorsun?” deyince adam koşmayı bırakır ve yavaş yavaş evine doğru gider. Bu arada adamın da ıslanmadık yeri kalmaz. 

Ertesi gün hava yine yağmurludur. Bu defa Hoca Efendi alışveriş için sokağa çıkmıştır. O, işini bitirip de hızlı adımlarla evine doğru giderken bir gün önceki komşusunun evinin önünden geçer. Bu sefer komşusu; “Hoca Efendi, Hoca Efendi, sen dün bana ‘Allah’ın rahmetinden kaçılmaz. ’ demiştin; bak şimdi kendin kaçıyorsun.” deyince, Hoca komşusuna doğru döner ve; “Be adam! Ben Allah’ın rahmetinden kaçmıyorum, Allah’ın rahmetini çiğnememek için koşuyorum.” der.

[3] https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

[4] https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315

[5] https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkculuk-turkiyenin-en-basarili-sivil-toplum-hareketi-oldu/ 

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...