31 Ağustos 2023 Perşembe

Erdoğan Yüzünü Batı’ya “Döndü”

(El Yazmaları, 1 Eylül 2023 (Toplumsal Özgürlük, Eylül 2023 sayısı))

Seçimlerin ardından “merak edilen” konulardan biri de Erdoğan’ın dış politikada izleyeceği politikalar. Özellikle son 10 yıldır dışarıda izlediği “hızlı” ve değişken politikalarla gerek ümmetin gerekse de muhaliflerin başını döndüren Reis’in yeni dönemde de benzer bir tavır içinde olması “beklenen” bir gelişme. Geçen günler ise hız ve değişkenlik kısmında “beklentilerin” karşılandığı gösterirken odaklanılan zeminde kısmi değişiklikler olacağına da işaret ediyor. 

Kazanımlar 

2000’li yılların sonunda dile getirilmeye başlanılan ve 2010’lu yılların başlangıcından itibaren bolca kullanılan “eksen değiştirme” kavramıyla Türkiye’nin dış politikada “geleneksel” çizgisinden çıkabileceği ve hatta çıkması gerektiği tartışılmaktaydı. Türkiye’nin ABD’nin dünya çapındaki hegemonyasının azalmasından faydalanarak “ulusal çıkarları” doğrultusunda bir politika izlemesi gerektiği düşüncesi AKP/Erdoğan iktidarı tarafından söylenmiş ve bugün de farklı söylemlerle ifade edilmeye devam ediliyor.  

Bu düşünce ve söylem altında yatan nedenlerin başında ise Türk burjuvazisinin ihtiyaçları gelmekte. AKP/Erdoğan iktidarının ilk yıllarında, ABD ve AB’nin de desteğiyle, büyük oranda pürüzsüz bir şekilde hayata geçirilen neoliberal politikalarla Türk burjuvazisi önemli bir sermaye birikimi sağladı. Bu birikimin yeni pazarlara ve kaynaklara ihtiyaç duyması ise AKP/Erdoğan iktidarının dışarıya yönelmeye zorladı. Bu zorlamanın “Arap Baharı” ile çakışması ise iktidara hem burjuvazinin sermaye birikiminin ihtiyaçlarını gidermesini sağlama hem de “İslami” söylemlerle ülke içerisindeki iktidar alanını derinleştirmesine ve genişletmesine imkân tanıdı. Diğer yandan ABD’nin hegemonik gücünde yaşanan eksilmeden dolayı bölgedeki gelişmelerle ilgilenme işini “vekilleri” ihale etmesi de AKP/Erdoğan iktidarının önünü açtı.  

Bugüne kadar gelen bu süreçte AKP/Erdoğan iktidarı Suriye, Irak ve Libya’da ciddi sayıda cihatçıyla savaş gücü, büyük bir alan hakimiyeti ve dolayısıyla yeni pazarlar elde etti, Doğu Akdeniz’de kısmi ama önemli bir konum kazandı, Karabağ ve Ukrayna’da silah sanayi üzerinden yeni bir birikim alanına giriş yaptı ve Katar ile Somali’deki askeri üsler üzerinden de bölgeye nüfuz etme imkânını edindi.  

Kısa ve orta vadede elde edilen bu kazanımlar, geçmişteki birikim düzeyinin ihtiyacını önemli oranda karşılamış durumda. Ek olarak kazanımlar içinde bulunulan tarihsel koşullar için de ciddi sayıda avantajları barındırıyor.  

Maddi ve “İdeolojik” Güç 

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle küresel ve şiddetli bir zemine sıçrayan günümüzdeki hegemonya mücadelesi, bölgesel güçler için riskler kadar yeni fırsatlar sunuyor. Ve fırsatlardan yararlanmak için de büyük oranda maddi güce (ve “ideolojik” güce de) sahip olmak gerekiyor.  

Maddi güç ise oldukça çeşitli bileşenlerden oluşuyor: Oluşan sürekli savaş haline doğrudan müdahale edebilmek için “paralı” ve paramiliter gruplar, çeşitli silahların sürekli ikmalini sağlayabilecek silah sanayisi, hakimiyet altına alınan bölgede piyasayı oluşturabilecek ve inşayı gerçekleştirebilecek sermaye grupları ve bu maddi güçleri sürekli ve hızlı bir şekilde hazır ve nazır edebilecek jeopolitik bir konum.  

Maddi gücü oluşturan bu bileşenlerin hepsine önemli oranda sahip olan Türkiye’de AKP/Erdoğan iktidarı, seçimlerle birlikte “ideolojik” gücü de tahkim etti. İslami ve Osmanlı’ya atıflı söylemlerle başlatılan süreçte kimi zamanlarda yapılan Türkçü eklentilerle son şeklini “millilik” adı altında alan iktidarın “asabiyeti”, ideolojik gücün sürecin başındaki gibi “dışarıdan” değil “içeriden” sağlanacağına işaret ediyor. Dolayısıyla seçim “zaferiyle” içeride yükseltilecek “milli” politikalar, “dışarıdaki” politikalar için oldukça hayati bir öneme sahip. 

Neden Şimdi? 

Hem maddi hem de ideolojik olarak “yeterli” güce sahip AKP/Erdoğan iktidarının, seçimlerden sonra (pek de “beklenmeyen” bir şekilde) odaklandığı zemini “Doğu”dan “Batı”ya çevirdiği görülüyor. Ağız dalaşlarının yapıldığı Yunanistan’la başlayan görüşmeler, Karabağ’da yenilmesine çalışılan ABD yanlısı Paşinyan ile kurulan temaslar, Rusya’nın uyarılarına rağmen Azov birliklerinin komutanlarının Ukrayna’ya geri verilmesi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmelerinin kabul edilmesi gibi gelişmeler iktidarın çubuğu önemli bir oranda Batı’ya büktüğüne işaret ediyor. 

Çubuğun bükülme zamanı hamlenin en az kendisi kadar önem arz ediyor. 2016’daki darbe girişiminin ardından dış politikada Batı odaklı politikalarını kısmen azaltarak özellikle Rusya odaklı politikalara ağırlık veren AKP/Erdoğan iktidarı, Trump yönetiminin da açtığı alandan da faydalanarak “özerk” bir alan kazanmıştı. Biden yönetimiyle de benzer bir ilişki kurarak bu alanı genişletme isteği reddedilince AKP/Erdoğan iktidarı, “Doğu”ya yaslanarak alanını konsolide etmeye yönelmişti. Bu süreçte ABD ve AB’nin kısmi güç yetersizliği ve Rusya’ya hamle yapmaya yoğunlaşmaları ile Erdoğan’ın da bağı koparmamak adına ve yaptırımlardan dolayı “Batı”yla yaptığı uzlaşmalar iktidarın bu yönelimini sürdürebilmesini sağladı. Fakat Rusya’nın Ukrayna’yı işgali süreciyle başlayan ve ABD-Çin eksenindeki geriliminin şişeden çıkmasıyla yeni bir zemine çıkan hegemonya mücadelesinin sunduğu olanak ve fırsatlar, yönelimin ve odaklanmanın değişmesi gerektiğine işaret ediyor. 

Askeri alanın ön planda ve ağırlıkta olduğu bir süreçle başlayan ve devam eden hegemonya mücadelesine, tedarik zincirine ve de-dolarizasyona yönelik hamlelerle ekonomik alan da dâhil olmakta. Ekonomik alanda verilecek savaşım, aktörlerin ekonomik güçlerini büyütmelerine veya krizlerine ilaç olmasına fırsat tanıyor. Dolayısıyla ülke içerisinde halkın büyük çoğunluğunu açlığa mahkûm etmesine ve ekolojik talanı katliama seviyesine çıkarmasına rağmen birikim sürecinde sınırlarına varmış olan Türk burjuvazisi için özellikle “Batı”nın sunacağı fırsatlar hayati önem taşıyor. Yapısı büyük oranda Batı’ya bağımlı ve “uyumlu” olan Türk burjuvazisinin kısa ve orta vadede bu fırsatlardan yararlanma gerçekliği de oldukça yüksek. Buna karşın yeni ve “karşıt” bir yapılanmanın adımlarını atan “Doğu”nun sunacağı fırsatlar ağız sulandırıcı olsa da Türk burjuvazisinin alışık olmadığı “cesareti” ve “girişimi” gerektirdiği için göz ardı edilebilir durumda. Fakat fırsat bulunduğunda Türk burjuvazisi ve AKP/Erdoğan iktidarı “Doğu”nun sunduğu fırsatlardan yararlanmaktan imtina etmeyecektir. Yararlanmanın ölçüsünü ise elde edilecek fırsatın değerinin “Batı”dan yenilecek sopaya değecek olup olmamasına bağlı olacaktır. Dolayısıyla hem AKP/Erdoğan iktidarı hem de Türk burjuvazisi için kısa dönemde “Batı”nın özellikle ekonomik alanda sunacağı fırsatlara odaklanmak çok daha önemli ve “değerli”. 

“Batı” ekonomik alanda olduğu kadar asker alanda da fırsatlar sunuyor. Türkiye’nin askeri alanda yaptığı hamlelere çoğu zaman ses çıkarmayan ve bazen de “endişe duyan” Batı için bu güç “kullanışlı” olabilir. Ukrayna’ya yığılan onca askeri güce rağmen Rusya’ya geri adım attırılamaması, Çin’i kuşatmaya yönelik hamleler, Rusya ve Çin’in Orta Doğu’da kazandığı alanlar gibi konularda Türkiye’nin askeri ve operasyonel gücü önem kazanabilir. Örneğin Ukrayna’da ve Rusya’nın özerk “Müslüman” ülkelerinde Moskova’ya ve Doğu Türkistan’da Pekin’e karşı “kontrolden çıkmış” kimi cihatçı güçler kullanılabilinir. Buna ek olarak Orta Doğu ve Afrika’daki Türk üsleri son zamanlardaki “Batı karşıtı” askeri darbelere karşı hem önleyici hem de müdahale edici gücü sağlayabilir. Bu bağlamda Batı’ya yakın Rusya’ya uzak, Erdoğan’ın “kara kutusu”, ülke ülke dolaşmaktan dışişleri koltuğuna oturamayan Hakan Fidan ise yapılacak hamlelerin “güvenli” ellerde olması ihtiyacını karşılayabilir. 

Riskler? 

“Batı”nın askeri ve ekonomik alanda sunduğu fırsatlar, iktidar ve burjuvazi için olumlu olduğu kadar “olumsuz” hayati nitelikler de taşımakta. 

Ekonomik alanda “Batı”ya olan kısmi “bağımlılık”, Türkiye’yi hammadde kaynağı ve ucuz emek-gücü deposu haline getirerek önce yarı-sömürge sonrasında da tam bir sömürge olmasına yol açabilir. Halihazırda Batı merkezli şirketlerin Anadolu’nun dört bir yanını talan etmesi, iki-üç milyar Euro’ya Türkiye’nin göçmenlerin bekçisi ve dolayısıyla ucuz emek deposu haline getirilmesi sömürge olma olasılıklarının “yüksek” olduğuna işaret ediyor.  

Askeri alanda yapılacak hamleler de benzer riskler taşımakta. AKP/Erdoğan iktidarı, Rus atasözünde söylendiğinin aksine “camdan eve” sahip olmasına rağmen “taş atılan yerde” katkısını eksik kalmıyor. Bu durum zaten çatlak camları olan evin çeşitli yönlerden gelebilecek bir taş yağmuruna maruz kalmasına neden olabilir. Ve taş yağmuru sadece evin yıkılmasına değil, evin arazisine irili ufaklı “kaçak yapıların” inşa edilmesine de olanak tanıyabilir.  

AKP/Erdoğan iktidarı ile Türk burjuvazisinin hem ekonomik hem de askeri alanda yürüttükleri dış politikada çubuğu “Batı”ya bükmelerinin nedenlerini kendi “hayati” çıkarlarını belirliyor. Ama sonucunu kendilerinden çok kapitalizmin kriziyle bağlantılı küresel hegemonya mücadelesindeki süreç içerisinde gerçekleşecek olaylar belirleyecek. Bir de halkların mücadelesi. 

30 Ağustos 2023 Çarşamba

Afrika’nın “Darbesi”

(El Yazmaları, 31 Ağustos 2023 (Toplumsal Özgürlük, Eylül 2023 sayısı))

arihi açlık, yoksulluk ve katliamlarla olduğu kadar direniş, mücadele ve devrimlerle de dolu olan Afrika kıtası, yarım yüzyıllık aradan sonra tekrar dünya gündeminin zirvelerine yerleşti.  

Kıta 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki yüz yıllık dönemde sömürünün, katliamın ve emperyalist güçlerin paylaşım kavgasının merkezi olmuştu. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yükselen anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kıtada sömürge ülke neredeyse kalmadı.  

Fakat SSCB’nin dağılmasının ardından Afrika tekrardan küresel güçlerin paylaşım savaşının merkezine döndürülmeye çalışılıyor. Yaşanan son gelişmeler ise küresel güçlerin bu çabalarına karşı mücadelelerin kıta çapında yayılmaya başladığına işaret ediyor. 

Batı ve “Zor”  

Kapitalizmin krizinin her geçen gün derinleştiği tarihsel konjonktürde, sahip olduğu zengin ve stratejik hammadde kaynakları ile genişleyen ve gelişen pazarıyla Afrika, küresel güçlerin ağzını sulandırıyor. Küresel güçlerin sermayedarları ise bu pastadan olabildiğince büyük pay alabilmek ve böylece krizi “fırsata” dönüştürüp hem krizden çıkmayı hem de büyümeyi amaçlıyorlar. Bu nedenle askeri, ekonomik ve siyasi güçleri seferber etmiş durumdalar. 

Yaptıklarıyla kıta tarihinin sayfalarını kanla dolduran ABD ve Avrupa ülkeleri ile onların sermayedarları, bildikleri yoldan gitmeye devam ediyorlar. Avrupa ülkeleri eşitsiz ticaret, kültürel dayatma, sermaye ihracı ve ülkeleri borç batağına sürükleme gibi yöntemlerle kıtayı sömürmeye devam ediyorlar. ABD ise bunlara ek olarak silahlı gücünü dayatarak kıtanın zenginliğinin büyük payını kendisine aktarmakta.  

Afrika Komutanlığı (AFRICOM) bünyesinde kıtadaki 54 ülkenin 50’sinde 5 binden fazla asker barındıran ABD, kıtadaki varlığını askeri güce dayanarak korumaya çalışıyor.[1] Bu bağlamda Washington, yüzyılın başında çeşitli darbelere yol vererek aldığı payın ufalmasına hiçbir şekilde müsaade etmeyeceğini sürekli gösteriyor. Çin’in kıtada ekonomik güçle yayılmasına engel olmayan Washington, askeri gücüyle ekonomik alanda oluşan değer pastasından payını “zorla” almakta. Önümüzdeki süreçte de pastadaki payının eksilmemesi için askeri gücü ve işbirlikçileriyle “zorun rolünü” kullanmaya devam edecektir. 

Kıtada ABD’nin izinden giden diğer ülke ise Fransa. Cibuti, Fildişi Sahili, Gabon ve Senegal’de üsleri olan ve kıtada yaklaşık 5 bin askeri bulunan Fransa, sömürgeci geçmişini kullanarak ve “cihatçı örgütleri” bahane ederek varlığını sürdürüyor. ABD’den farklı olarak Fransa, askerî gücünü ekonomi alanındaki gücüyle birleştirmekte. CFA Frangı (Afrika Finans Topluluğu Frangı) aracılığıyla eski sömürgesi olan ülkelerin döviz rezervlerinin yüzde 50’sini Fransa Hazinesi’nde zorla tutan Paris, bu bağımlılığa karşı söz söyleyene sopayı göstermekten çekinmediğini son on yılda gerçekleştirdiği operasyonlarla ortaya koyuyor.  Dolayısıyla Paris de Washington gibi kıtanın pastasından payını almak için zorun rolünü kullanmayı sürdürüyor. 

Pastadan ağzı sulanan bir diğer aktör olan Avrupa Birliği (AB) de Fransa ve ABD’nin açtığı yoldan mütevazi adımlarla ilerliyor. “Terörle mücadele” adı altında Mali ve Nijer’e gönderdiği askerlerin darbelerle uğurlanmasından sonra AB, Gine Körfezi ülkeleri olan Gana, Togo, Benin ve Fildişi Sahili’ne “sivil-askeri misyon” gönderme hazırlığında.[2] Bu ülkelerde “İslami terör tehlikesi” olduğunu ileri süren AB yetkilileri, bu tehlikeye karşı asker ve polisleri “eğitmeyi” amaçlıyor. Özcesi bütün aktörleriyle “Batı”, kıtanın bütün zenginliklerine daha önceden olduğu gibi şimdi de askeri gücüyle el koymayı amaçladığını açıkça ortaya koyuyor. 

Pekin’in Ekonomik Gücü 

Küresel çaptaki hegemonya mücadelesinde ABD’yle arasındaki gerilim her geçen gün artan Çin ise kıtada rakibinden farklı bir yol izlemekte. Altyapı yatırımları, ucuz krediler, doğrudan yatırımlar ve ticaret ile kıtaya yerleşen Pekin, “ekonomik güç” ile kıtadaki nüfuzunu sürekli genişletiyor. 

Kıtaya altyapı desteği sağlamak için Pekin, bir taraftan Mali-Gine ve Sudan-Senegal arasındaki demiryolunu inşa ederken, diğer yandan Gana ve Nijerya’da enerji santrali ve baraj yapıyor. Altyapı yatırımlarıyla Çin’in iki şeyi hedeflediği görülüyor. Birincisi Tek Kuşak Tek Yol Projesi kapsamında meta ihracını Afrika’ya ulaştırarak küresel tedarik zincirinde hegemonik hale gelmek. İkincisi ise altyapı yatırımları aracılığıyla kıtanın altın, petrol, doğalgaz ve diğer kaynaklarını alarak hammadde ihtiyacını karşılamak.  

Çin’in kıtadaki nüfuzunu artıran bir diğer araç ise krediler. Kıta ülkelerinin ihtiyaç duyduğu kredileri yüksek faizle vererek borç batağına sürükleyip kendisine bağımlı kılan Batı’nın aksine Pekin, ucuz kredi ve hibelerle gönülleri “fethediyor”. Sadece 2022 yılında Çin bankaları kıtadaki ülkelere 170 milyar dolarlık kredi ve 40 milyar dolarlık yardım ve hibe verirken, geçtiğimiz günlerde Çin Kalkınma Bankası ile Afrika İthalat-İhracat Bankası arasında Afrikalı KOBİ’lere 400 milyon dolar değerinde kredi verilmesi konusunda Kahire’de anlaşma imzalandı.[3] Çin bu ucuz kredi ve hibelerle hem kendine meşruiyet alanı yaratıyor hem de bu kıta ülkelerinin ekonomisini kendi etki alanına bağlıyor. 

Kıta ülkelerini kendi etki alanına bağlamada Çin’in yaptığı diğer iki hamle ise sermaye ihracı ve ticaret. 2012 yılına kadar kıtaya sermaye ihracında ABD’nin gerisinde olan Çin, bu yıldan sonra öne geçerek liderliğini hâlâ sürdürmekte. Üstelik günümüze kadar gelen bu süreçte ABD’nin sermaye ihracı sürekli azalırken Pekin’in artmakta.  

Ticarette ise Çin’in tartışmasız üstünlüğü bulunuyor. Afrika ile olan ticareti geçtiğimiz yıl 282 milyar dolara[4] ulaşan Çin, açık ara Afrika’nın en büyük ticaret ortağı. ABD’nin Afrika ile olan ticareti ise 71 milyar dolar.[5]

Kıtadaki nüfuzunu arttırmak ve genişletmek için Çin, ekonomik alandaki gücünü oldukça yoğunlaştırmış durumda. Bu güçle Çin, bir yandan kıta ülkelerinin Batı’ya olan ekonomik bağımlılıklarını azaltarak Batı’nın kıtadaki nüfuzunu azaltıyor, bir yandan hegemonik güç olma niteliğini güçlendiriyor, bir yandan kendisini kuşatmak isteyenleri başka bir alanda kuşatarak cevap veriyor, bir diğer yandan da küresel hegemonya mücadelesinde rakiplerinin ekonomik gücüne önemli bir darbe vuruyor. Dolayısıyla Afrika kıtasındaki ekonomik alanda nüfuzu ele geçirmek Çin için yaşamsal. Burada Çin’in en zayıf noktasını ise askeri gücünün sınırlı olması oluşturuyor. O noktada ise Rusya’nın gücü oldukça önemli. 

Rusya Devrede 

Ukrayna’yı işgal ederek küresel hegemonya mücadelesindeki gerilimi üst seviyeye çıkaran Rusya, savaş alanının kendi çevresiyle sınırlı kalmaması için karşı atağa geçmiş durumda. Afrika ise hem SSCB’den kalma nüfuz alanlarını barındırması hem de “Batı”ya güçlü bir darbe vurma olanağı sağlaması açısından karşı atak için oldukça uygun bir alan. 

Çin ölçeğinde bir ekonomik güce sahip olmayan ve askeri gücünün önemli bir kısmını Ukrayna’da kullanan Rusya, Afrika’daki nüfuzunu büyütmek için SSCB’den kalan siyasal, ekonomik ve kültürel alanlara yöneliyor. 

Siyasal alana öncelik veren Rusya, geçtiğimiz aylarda Rusya-Afrika forumunu gerçekleştirerek önemli bir adım attı. Petersburg’da yapılan ve 54 Afrika ülkesinden 49’unun katıldığı forumda “yeni-sömürgecilik” ile birlikte mücadele vurgusu ön plandaydı.[6] Moskova, Sovyetlerin kıtadaki anti-sömürgeci hareketlere verdiği desteğin tarihine yaslanarak dünya çapında siyasal meşruiyetini arttırmanın yanı sıra kıtadaki Batı karşıtı darbeleri teşvik ederek onlara da meşruluk sağlamayı hedefliyor. Darbelerden sonra sokağa dökülen halkın ellerinde Rusya bayraklarının olması ise bu açıdan tesadüf değil. 

Rusya’nın kıtadaki hamlelerinin büyük çoğunluğu ise siyasetin perde arkasında bırakılan askeri alanda gerçekleşiyor. Afrika’nın en büyük silah tedarikçisi olan Rusya, kıtadaki silah pazarının yüzde 35-40’ına sahip.[7] Yine kıtada Rusya ile askeri anlaşma yapmış kırktan fazla ülke bulunuyor. Dolayısıyla Moskova ordulardan örgütlere kadar kıtadaki silahlı güçlerin önemli bir kısmıyla doğrudan bağlantıya sahip. Buna ek olarak Wagner’in varlığı ve operasyonları da Rusya’nın kıtadaki etkinliğini ortaya koyuyor.  

Afrika’da bulunduğu ülkeler ve üye sayısı bilinmemekle birlikte Batı ve Orta Afrika’da etkin olan Wagner, Rusya’nın kıtadaki politikalarının duyduğu askeri güç ihtiyacının önemli bir kısmını karşıladı. Fakat Wagner’in lideri Prigojin’in önce Moskova’ya yürüyüşünden ve ardından “ölmesinden” sonra grubun dağıtılması ihtimalinin yüksek olması ise süren ve sürecek olan askeri güç ihtiyacının karşılanmasında soru işaretleri doğuruyor. Öte yandan bu ihtiyacın yaşamsal önemde olması, Wagner üyelerinin kıtadaki “görünüşlerini” Rus ordusunda devam ettirmelerinin ve grup üyelerinin ordunun koruması altında operasyonlarını ve etkinliklerini sürdürmelerinin mümkün olabileceğini akla getiriyor. Nitekim Mali’deki darbecilerin Wagner’i davet etmesi, Burkina Faso’daki darbenin lideri İbrahim Traoré’nin Rusya’yı güvenilir ortak ilan etmesi[8] Moskova’nın askeri varlığını sürdüreceğine işaret ediyor. 

Rusya, siyasi ve askeri hamlelerin yanı sıra ekonomik alanda da hamlelerini geliştirmeye çabalıyor. Rus doğalgaz şirketlerinin Afrika’ya yatırımı artarken, Moskova yaklaşık on milyon ton (bunların bir kısmı ücretsiz) tahıl göndererek kıtanın en büyük acısı olan açlığı gidermeye çalışıyor.  

Rusya’nın Afrika’daki hamleleri hegemonya mücadelesinde kendisine önemli alan açsa da büyük oranda sınırlılıkları barındırıyor. ABD ve Fransa’nın ciddi askeri gücü bulunduğu kıtada Rusya ciddi kazanımlar elde etse de alan büyüdükçe kontrol ve hegemonya konusunda sınırlarına çarpabilir. Bu noktada Çin’in ekonomik gücü oldukça fayda sağlayabilir. Ki Çin’in askeri güç eksikliği de göz önüne alındığında bu iki ülkenin yapacağı işbirliği hem Batı’nın gerilemesinin sürmesine hem de kıta ülkelerin bir adım ileriye gitmelerine neden olabilir. 

Afrika’nın Dirilişi mi? 

Son iki yılda Mali, Burkina Faso, Gine, Nijer ve şimdi de Gabon’da gerçekleşen “Batı karşıtı” askeri darbeler (başarısız olan Çad, São Tomé ve Príncipe, Gambia’daki darbeler de) Afrika halklarının tekrardan ayağa kalktığına dair umutları yeşertti. Darbecilerin anti-sömürgeci lidere yaptıkları atıflar, yoksulların darbecilere destek için sokaklara dökülmesi halkların açlığa, yoksulluğa ve sömürüye karşı mücadele etmeye hazır olduğuna dair işaretleri güçlendiriyor. 

Diğer yandan darbecilerin ise halka dayanmaktan çok Batı ile ilişkileri olabilidiğince korumaya, Rusya ve Çin’in askeri ve ekonomik desteğini almaya ve ECOWAS’ın askeri müdahalesine karşı birlikte savaşmaya odaklandıkları görülüyor. Bu odaklanma “Batı karşıtı” darbecilerin iktidarda kalmasını ve halkların bir nebze de olsa nefes almalarını sağlayabilir. Fakat kapitalizmin derinleşen krizi ve şiddeti artan küresel hegemonya mücadelesi bu nefesin kısa ömürlü olabileceğine işaret ediyor. ABD ve Batı’ya karşı Rusya ve Çin’e açılacak alanlar, kıta halklarının yaşadığı açlığı, yoksulluğu ve sömürüyü azaltacağını hiçbir şekilde garanti etmiyor. Hatta kapitalizmin krizi ve hegemonya mücadelesi devam edip derinleştikçe Rusya ve Çin’in en az Batı ve ABD kadar sömürü ve şiddet uygulaması hiç de küçük bir ihtimal değil. Fakat bütün bunlara karşın halkların mücadelesinin en ufak kıpırtısının büyük dalgalara yol açabileceği tarihsel bir dönemden geçiliyor. Dolayısıyla Afrika halklarının mücadelesi örgütlü ve belirli bir program etrafında şekillenen bir biçme büründüğü ve dünya çapında desteğe kavuştuğu takdirde bu tarihsel dönemin küresel güçlerin değil halkların yazdığı bir dönem olabilir.  

Dipnotlar:

[1] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abdnin-afrikadaki-ekonomik-ve-askeri-varligi/1175273

[2] https://www.evrensel.net/haber/497857/ab-bati-afrika-icin-yeni-askeri-planlar-yapiyor

[3]https://www.afreximbank.com/afreximbank-and-china-development-bank-sign-us400-million-loan-to-support-africa-smes/

[4]http://www.focac.org/eng/zfzs_1/202306/t20230630_11105868.htm#:~:text=China%20is%20Africa’s%20largest%20trading,billion%20U.S.%20dollars%20in%202022.

[5] https://www.census.gov/foreign-trade/balance/c0013.html#2022

[6] https://moderndiplomacy.eu/2023/07/22/russia-africa-summit-to-focus-on-neocolonialism-and-global-politics/

[7] https://www.gazeteduvar.com.tr/putinin-afrika-calimi-batiya-yanit-mi-sirk-mi-makale-1630545

[8] https://www.reuters.com/world/burkina-faso-interim-leader-hails-russia-strategic-ally-2023-05-05/

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...