27 Eylül 2023 Çarşamba

Çin’in Orta Doğu’ya Nüfuzu Artıyor

(El Yazmaları, 28 Eylül 2023)

Hegemonya krizi derinleştikçe küresel güçlerin hamlelerinin boyutu genişlemekle birlikte hızlanıyor. Bu süreç, boyutu genişleyen hamlelerin yarattığı boşlukların hızlıca doldurulmasının küresel ve bölgesel güçlerin birbiriyle olan mücadelesinde kritik bir öneme sahip olmasına neden oluyor. G-20 zirvesinde ortaya atılan IMEC projesinin ardından Çin’in Suriye dolayımıyla Orta Doğu’da yaptığı hamle bu süreci somut bir şekilde ortaya koyuyor. 

Diplomatik Destek ve Parasal Yardım 

Geçtiğimiz haftalarda Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Hangzhou kentindeki 19. Asya Oyunları’nın açılış törenine katılmak üzere Çin’e gitti. Yirmi yıl sonra gerçekleşen bu resmi ziyaretin esas amacı spora destek sağlamaktan çok Çin ile ilişkileri derinleştirmeye yönelik. Nitekim yapılan görüşmelerin ardından Çin Devlet Başkanı Şi Çinping’in Suriye ile Çin arasında “stratejik ortaklık” kurulduğunu açıklaması da ilişkilerin geliştiğini teyit etmekte. 

Resmi ziyaretin yirmi yıl gibi uzun bir süreden sonra gerçekleşmesinin ardında Suriye cephesi için iki neden var: Parasal yardım ve diplomatik destek. 

Esad iktidarı, ülkede gerçekleşen savaştan İran ve Lübnan Hizbullahı’nın askeri, Rusya’nın askeri, ekonomik ve diplomatik desteğiyle yenilmeden çıksa henüz tam ve kesin zaferi kazanamamış durumda. Bunu gerçekleştirmek için Çin’in halihazırdaki BM ile sınırlı diplomatik desteğini artırmasına ve ondan gelecek parasal yardıma ihtiyaç duymakta. Çin’den alınacak diplomatik destek ve parasal yardım, Esad’ın cihatçıların elindeki bölgelere hamle yapabilmesine ve ek olarak ülke içinde ekonomik nedenlerden dolayı artan huzursuzlukları giderebilmesine olanak sağlayabilir. Bu açıdan diplomatik destek ve parasal yardım bir yönüyle Esad için kritik bir öneme sahip.  

Esad’ın diplomatik destek ve parasal yardım isteğinin ardında içsel nedenlerle birlikte dışsal nedenler de bulunuyor. Arap Birliği’ndeki koltuğunu geri alarak bölgedeki meşruiyetini kazanan Esad, Rusya’nın yanına Çin’i de katarak meşruluğunu küresel zemine sıçratıp Batı’nın yaptırımlarından ve diplomatik baskılarından kurtulmayı hedefliyor. 

Savaşın yol açtığı ekonomik çöküntüden çıkamayan ve bundan dolayı ülke içerisinde tepkilere hedef olan Şam, geçen sene dahil olduğu Tek Kuşak Tek Yol Projesi’nden (TKTY) faydalanmak istiyor. Tartus ve Lazkiye limanlarının TKTY’nin Akdeniz’e açılma kapıları olmalarından dolayı taşıdıkları önem ve IMEC projesi Suriye’nin Çin’in gözündeki değerini artırıyor. Ve Esad da bundan faydalanmaya çabalıyor. 

Boşluk, Nüfuz, TKTY 

Suriye’yi Rusya’nın hakimiyet alanı olarak görüp küçük ve sınırlı hamlelerle yetinen Pekin, küresel çapta yaşanan gelişmelerin etkisiyle Şam’a karşı yeni bir yönelime giriyor. Bu yönelimin altında ise üç neden bulunuyor. 

İlk olarak Rusya’nın Ukrayna ile meşgul olması ve enerjisini önemli oranda buraya sevk etmesi Çin’e alan açıyor. Çin Rusya’nın kısmen boşalttığı bu alanı doldurarak hem Batı bloğunun buraya sızmasını engelliyor hem de bölgedeki etkinliğini artırma şansını yakalıyor. 

Çin’in bölgede filizlenen etkisinin artma şansı da ikinci nedeni oluşturuyor. İran ile Suudi Arabistan arasında sağlanan uzlaşma, Filistin’e sunulan diplomatik desteğin ardından Suriye’de kazanılacak nüfuz alanı Pekin’in bölgeye boylu boyunca yerleşmesine imkân sağlayabilir. Ve bu imkân Suriye’nin TKTY için taşıdığı önem göz önüne alındığında Çin için kaçırılmaması gereken bir fırsat niteliğini taşıyor. 

Üçüncü neden ise TKTY’e yönelik tehdit. IMEC projesinin kilit ve TKTY ile kesiştiği noktasının Orta Doğu’dan geçiyor olması, TKTY’nin tamamlanmasının önünde büyük bir engel. Çin IMEC projesi gerçekleşmeden adımlarını hızlandırıp TKTY’i bitirerek küresel hegemonya mücadelesinde öne geçmeyi hedefliyor. Esad’ın ziyaretinin yanı sıra İran’dan Lazkiye’ye uzanan tren hattındaki çalışmalara hız verilmesi de buna işaret ediyor. Ek olarak  

Ekim ayında 110’dan fazla ülkenin katılacağı Üçüncü Kuşak ve Yol forumunun gerçekleştirilecek olması da Çin’in IMEC’i önemsediği ve önleyici hamlelere yöneldiğini ortaya koyuyor. 

Çin ve Suriye arasındaki bu karşılıklı ilişkilenme biçimi, bir yönüyle Pekin’in küresel hegemonya mücadelesindeki stratejisine de ışık tutuyor. Kendisini merkeze aldığı stratejisinde Pekin, “çevredeki” ya da “yarı-çevredeki” ülkelerin sınırlarını koruma ya da büyütme ihtiyaçlarından onları diğer “merkezlerin” alanına yönlendirerek faydalanmayı amaçlıyor. Böylece kendi “merkezinin” etki alanını büyütmeyi ve küresel çaptaki mücadeleyi dışardan sürdürmeyi amaçladığı görülüyor. Bu da önümüzdeki dönemde Çin’in diğer “merkezlere” karşı sesini yükseltse de esas hamlelerini “çevre” ve “yarı-çevre” ülkeleri dolayımıyla yapmayı sürdüreceğine işaret ediyor.

22 Eylül 2023 Cuma

(Çeviri) Güney Çin Denizi’nin Kaynak Savaşları: Mesele Sadece Fosil Yakıtlarla İlgili Değil – Joshua Frank

Burası çatışmanın ve ekolojik yıkımın okyanusu. 1,3 milyon mil karelik devasa boyutuna rağmen Güney Çin Denizi, zengin doğal kaynaklarına yönelik bölgesel mücadelelerin bir gün savaşa ve ekolojik çöküşe yol açabileceği, Doğu ile Batı arasındaki jeopolitik gerilimlerin bir mikrokozmosu haline geldi.

Bölgede Çin ile ABD arasında yıkıcı bir askeri çatışma tehdidi hâlâ ortadayken, Güney Çin Denizi hâlihazırda onarılamaz bir hasara maruz kaldı. Örneğin onlarca yıldır süren aşırı avlanma, bir zamanlar bu denizin diyarı olduğu balıklar üzerinde feci bir etki yarattı. Ton balığı, uskumru ve köpekbalığı popülasyonları 1960’lardaki seviyelerin yüzde 50’sine düştü. Çin ordusunun bu denizdeki 14 küçük ada ve 113 resiften oluşan tartışmalı Spratly Adaları üzerinde hak iddia etmesi ve bu adalarda inşaat yapması nedeniyle, yükselen okyanus sıcaklıklarına karşı hayatta kalma mücadelesi veren ve biyolojik açıdan kritik öneme sahip mercan kayalığı atolleri, kumların ve alüvyonların altına gömülüyor. Tayvan, Filipinler, Malezya ve Vietnam da aynı adaların çoğu üzerinde hak iddia etmekte.

Güney Çin Denizi’nde petrol ve gaz yataklarının bol olması belki de kimseyi şaşırtmamalı. ABD hükümeti, 11 milyar varil petrol ve 190 trilyon fit küp doğalgazın denizin tabanından çıkarılmaya hazır olduğunu tahmin ediyor. Bazılarına göre bu tür fosil yakıt rezervleri, bölgeyi giderek daha fazla saran çalkantıyı körüklemeye katkıda – evet, nasıl olur da biri bu kelimeyi kullanmaz? – bulunuyor.

Bu yıl Washington merkezli Asya Denizcilik Şeffaflığı Girişimi, birçok ülkenin ihtilaflı sularda yeni petrol ve gaz geliştirme projeleri peşinde olduğunu bildirdi; örgüt, bunun “anlaşmazlıklarda bir patlama noktası” haline gelebileceğini belirtiyor. 2018 ile 2021 yılları arasında Çin, Vietnam ve diğer Güneydoğu Asya ülkeleri arasında buradaki sondaj operasyonları konusunda çok sayıda anlaşmazlık yaşandı ve ileride çok daha ciddi çatışmaların olacağına dair korkular artıyor.

ABD elbette saldırgan ada ıslah projelerinin uluslararası hukuku ihlal ettiğini ve “zaten gergin ve tartışmalı olan bir bölgenin askerileştirdiğini” iddia ederek bütün bunların suçunu Çin’e yüklüyor.. Ancak ABD, Avustralya-Birleşik Krallık-Amerika Birleşik Devletleri (AUKUS) güvenlik anlaşmasının bir parçası olarak Avustralya’ya nükleer enerjili denizaltılar sağlamayı kabul etmekle bölgedeki gerilimi artırmada da önemli bir rol oynuyor. Hiç şüphe yok ki amaç, Çin’in faaliyetlerini Batı’nın askeri gücü tehdidiyle sınırlamaktır. Derek Grossman, Amerikan savunma politikasının “paramiliter akademisi” olan Rand Corporation raporunda şöyle yazıyor: “Sonraki adımlar, stratejik bombardıman uçakları gibi ABD’nin nükleer kapasiteli platformlarının Avustralya’da kurulmasının yanı sıra hipersonik füzeler, siber operasyonlar ve kuantum hesaplama konusunda işbirliğini içerebilir.” (Ve aslında ABD’nin ilk nükleer kapasiteli B-52’lerini yakında bu ülkeye konuşlandırmaya hazırlandığı çok açık.)

25 Ağustos’ta ABD Deniz Piyadeleri, Avustralya ve (Washington’un Çin’e mümkün olduğu kadar yakın üslerini tutmaya hazırlandığı )Filipinler ile ortaklaşa, düşman güçler tarafından ele geçirildiği farz edilen bir “adayı” geri alma tatbikatı yaptı. Bu tatbikatta 1760 Avustralyalı ve Filipinli asker ile 120 ABD Deniz Piyadesi, Filipinler’in Batı Palawan eyaletinde bulunan ve aslında Güney Çin Denizi’ne bakan küçük bir kasaba olan Rizal’de sahil çıkarmaları ve hava saldırısı manevraları gerçekleştirdi.

Avustralya Savunma Bakanı Richard Marles ortak askeri tatbikatlara ilişkin şunları söyledi: “Potansiyel bir düşman kıyılarımıza ayak basmadan önce Avustralya’ya çok büyük zararlar verebilir ve Güneydoğu Asya’da kurallara dayalı düzeni sürdürmek, Güneydoğu Asya’nın kolektif güvenliğini sürdürmek, ülkemizin ulusal güvenliğini korumak için temel önemdedir.”

AUKUS’un kendisi gibi, bu savaş oyunları da bir mesaj göndermeyi amaçlıyordu: Çin, dikkat et. Güney Çin Denizi’nin kaynakları alınabilecek durumda değil.

Ancak burada dikkate alınması gereken bir soru var: Bütün bu uluslararası kavgalar sadece fosil yakıtlarla mı ilgili? Bölgedeki ticaret yolları da Çin ekonomisi için hayati önem taşıyor; balıkçılık, rapor edilmiş küresel yabani balık avının yüzde 15’ini oluşturuyor. Ancak ne küresel mal akışı için gerekli bir şekilde iyi kullanılan nakliye rotaları ne de bu balıkçılık alanları, bölge üzerinde giderek artan tartışmaları tam olarak açıklıyor. Onlarca yıldır bu denizdeki yabani balıkçılığın yapılmasını sağlayan Çin, halihazırda ülkenin yerli balık üretiminin yüzde 72’sini oluşturan balık yetiştiriciliğinde küresel bir lider haline geliyor. Fosil yakıtların belirgin bir raf ömrüne sahip olduğu da doğruluğu giderek artan bir gerçek. Peki, küresel süper güçlerin ekonomik geleceği açısından tartışmasız daha önemli olan başka bir dizi doğal kaynağın, Güney Çin Denizi’ndeki kaynaklara kimin sahip olduğu konusunda büyüyen bölgesel öfkeyi artırması mümkün mü?

Derin Mavi Denizde Madencilik

Buna, Çin’in liderlik ettiği, dibe doğru bir yarış diyebilirsiniz. Aralık 2022’de Çin, 2024 yılına kadar faaliyete geçmesi planlanan savaş kruvazörü büyüklüğünde bir derin deniz madenciliği (DSM) gemisi olan Okyanus Sondaj Gemisini tanıttı. Ancak gemi, silahlar yerine 32.000 feet derinliğe kadar sondaj yapabilen gelişmiş kazı ekipmanlarıyla donatıldı. Karada Çinliler, kobalt, bakır ve lityum da dahil olmak üzere “yeşil” enerji gelişimi için hayati önem taşıyan metaller üzerinde halihazırda sanal bir tekele sahip. Şu anda Çinliler, bu tür “yeşil” metallerin dünya arzının yüzde 60’ını kontrol ediyor ve şimdi okyanus tabanının altında bulunan bol miktardaki kaynakları da gözetliyorlar. Bazı tahminlere göre, dünyanın deniz dibi, kuru toprağın altındakilerden bin kat daha fazla nadir toprak elementi içeriyor olabilir.

Elektrik bataryaları ve diğer teknolojiler için mineral arayarak okyanusun derinliklerini yok etmenin, iklim değişikliğiyle mücadelede sürdürülebilir bir yol sunabileceğine inanmak zor. Sonuçta bu süreçte, bu tür deniz altı madenciliğinin biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi de dâhil olmak üzere yıkıcı bir etkisi olması muhtemel. Şu anda, derin deniz madenciliği çevresel etki değerlendirmesinden muaf olduğundan, bu tür operasyonların ne tür bir hasara yol açacağını ölçmek mümkün değil. (Daha yeşil, daha sürdürülebilir bir gelecek yaratmak için ne kadar önemli olacaklarını tartışanlar için ne kadar da uygun.)

Mart 2023’te onaylanan BM Açık Denizler Anlaşması, Çin’in deniz dibinden kaynak toplamaya ilişkin olası bir moratoryum tartışmasını engellemesinin ardından bu tür uygulamaları düzenleyen çevre kurallarını içermede başarısız oldu. 2022 yılı itibariyle Çin, BM’nin Uluslararası Deniz Dibi Otoritesi (ISA) tarafından düzenlenen ve Çinlilerin okyanus tabanında testler yapmasına ve içerik örnekleri almasına olanak tanıyan beş araştırma sözleşmesine sahip. BM organı bu tür sözleşmeleri tasnif edebilse de ne sektörü ne de bunu yapacak personeli düzenleme yetkisine sahip. Bu durum bilim insanlarının, kontrolsüz derin deniz madenciliğinin, deniz canlılarının öldürülmesi ve hassas yaşam alanlarının yok edilmesi de dâhil olmak üzere onarılamaz hasarlara neden olabileceğinden endişe etmesine neden oldu.

Avustralya merkezli Save Our Seas Vakfı’nın bilimsel danışmanı Dr. Andrew Chin, “Derin okyanusu anlama konusunda henüz yolun başındayız” dedi.

“Bilim, derin denizlerin yararsız bir boşluk olmadığını, harika ve benzersiz yaşam formlarıyla dolu olduğunu yeni yeni anlamaya başlıyor. Derin deniz ekosistemleri, türlerin hareketi, enerji akışları ve akıntılar yoluyla orta ve yüzey sularıyla birbirine bağlı bir alan oluşturur. Nodül madenciliği yalnızca bu türlerin yok olmasına ve binlerce yıl boyunca derin deniz diplerine zarar vermesine neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda okyanusun geri kalanı ve sağlığı okyanusa bağlı olan insanlar için de potansiyel olarak olumsuz sonuçlara yol açacaktır.”

Diğerleri ise ISA’nın yeni gelişen endüstriyi düzenleme yetkisine sahip olsa bile bunu o kadar da iyi yapamayacağından endişe ediyor. Derin Deniz Madenciliğine Karşı Kampanya’dan Dr. Helen Rosenbaum, “ISA yalnızca madencilik şirketlerinin çıkarlarını bilim insanlarının tavsiyelerine tercih etmekle kalmıyor, aynı zamanda ÇED (çevresel etki değerlendirmesi) onaylarına yönelik süreçleri de sorgulanabilir hale getiriyor” diyor.

Bu bizi Çinli araştırmacılara göre “stratejik açıdan öneme sahip” değerli metallerin büyük rezervlerini barındıran Güney Çin Denizi’ne geri getiriyor. Çin, neredeyse tüm yeşil teknolojilerde kullanılan bir dizi metali barındıran polimetalik maden cevheri yataklarını halihazırda hararetle araştırıyor.

Güney Çin Denizi’nde bu tür polimetalik nodülleri keşfeden bir denizaltı olan Jiaolong’un genel komutanı Wu Changbin, şunları söyledi: “Polimetalik maden cevherlerinin dağılımını öğrenmek, misyonun ana hedeflerinden biri olan toplama deneyleri için bir yer seçmemize yardımcı olacak.”

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yeşil teknolojiler için gerekli olan minerallerin alımında Çin’in gerisinde kalan ABD, Çin’in çabalarını yakından takip ediyor. 2017 yılında donanmaya ait bir P3-Orion casus uçağı, Guam adası yakınlarında bir Çin araştırma gemisinin üzerinde defalarca uçuş gerçekleştirmişti. Gemideki bilim insanlarının bölgenin haritasını çıkardıkları ve gelecekteki derin deniz keşifleri için izleme cihazları yerleştirdikleri iddia ediliyor.

Hikâye, ABD’nin Çin’in oradaki faaliyetlerini takip etmek için çok sayıda gözetleme operasyonu gerçekleştirdiği Güney Çin Denizi’nde de hemen hemen aynı. Mayıs ayında, Hava Kuvvetlerine ait bir RC-135 gözetleme uçağının yolunun Çin J-16 savaş uçağı tarafından kesilmesi uluslararası bir gerilime neden oldu. Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, ABD casus uçağının neden orada olduğuna dair herhangi bir gerekçe sunmadan, hemen Çin’in pervasızlığını işaret etti. Blinken, “Çinli pilot uçağa çok ama çok yaklaşarak tehlikeli bir harekette bulundu” dedi. “Son aylarda sadece bize değil, diğer ülkelere yönelik de bu tarzda bir dizi eylem gerçekleşti.”

Bu tartışmaların hiç şüphesiz fosil yakıtlar üzerindeki kontrolle ilgisi olsa da her iki ülkenin gelecekteki çıkarları açısından hayati önem taşıyan bölgedeki tek kaynaklar petrol ve doğal gaz değil.

Kapitalizm ve İklim

Petrol ve kömür dünya çapında giderek  mazi oluyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından Haziran 2023’te yayınlanan bir raporda, yenilenebilir enerji kaynaklarının “şimdiye kadarki en büyük mutlak artışı gerçekleştirip 107 gigawatt (GW) artarak 2023’te 440 GW’ın üzerine çıkacağı” öne sürüldü. Yenilenebilir kaynaklardaki bu küresel artışı sağlayan bakır ve lityum gibi doğal kaynaklar, fosil yakıtların popüler yeni versiyonu haline geliyor. Piyasalar, küresel ısınmaya neden olan enerji kaynaklarının kademeli olarak ortadan kaldırılmasından yana; bu nedenle Çin ve ABD, yenilenebilir enerji kaynakları için kritik minerallerin çıkarılmasında ilerleme kaydediyor; fakat gezegenin geleceğini önemsedikleri için değil, yeşil enerjinin kârlı hale gelmesi nedeniyle.

Çin’in küresel kapitalist sisteme girişini ve ardında bıraktığı yıkıntıları takip etmek yeterince kolaydır. 1970’lerin sonlarında, Çin’in liderleri ülkenin pazarlarını serbestleştirdi ve yabancı yatırımın kapısını açarak ülkeyi -yılda ortalama yüzde9,5’lik bir oranla- şimdiye kadarki en hızlı büyüyen ekonomilerden biri haline getirdi. Dünya Bankası, Çin’in finansal patlamasını “büyük bir ekonominin tarihteki en hızlı sürdürülebilir büyümesi” olarak tanımladı. O halde enerji tüketiminin ekonomik kazanımlarla birlikte patlaması da sürpriz değil.

Küresel rakiplerinin çoğu gibi Çin ekonomisi de hâlâ ağırlıklı olarak karbon ağırlıklı fosil yakıtlara, özellikle de kömüre dayanıyor, ancak enerji portföyünün giderek büyüyen bir kısmı yenilenebilir enerjiden oluşuyor. Çelik üretimi ve araç imalatı artık Çin’in enerji kullanımının yüzde 66’sını, ulaşım yüzde 9’unu ve konut kullanımı yüzde 13’ünü oluşturuyor. Kömür hâlâ bu ekonomik motoru büyük ölçüde besliyor olsa da (Çin, dünyanın geri kalanının toplamından daha fazla kömür kullanıyor), ülke aynı zamanda yenilenebilir enerji alanında da dünya lideri (değilse de onlardan biri) haline geldi ve yalnızca 2022’de yeni teknolojilere tahmini 545 milyar dolar yatırım yaptı.

Çin diğer tüm ülkelerden daha fazla enerji kullanırken, Amerikalılar bireysel bazda Çinlilerin iki katından önemli ölçüde daha fazla enerji tüketiyor (2023 itibarıyla 28.072’ye karşılık 73.677 kilovat). ABD kişi başına daha fazla enerji kullanırken aynı zamanda enerjisinin daha azını yenilenebilir kaynaklardan alıyor.

ABD hükümeti, 2022 yılı itibarıyla ülkenin birincil enerjisinin yalnızca yüzde13,1’inin yenilenebilir kaynaklardan üretildiğini tahmin ediyor. Buna rağmen ABD’de enerji dönüşümü yaşanıyor ve doğalgaz büyük ölçüde kömürün yerini alırken, yenilenebilir enerji de önemli ilerleme kaydediyor. Aslında, Başkan Biden tarafından 2022’nin başlarında imzalanan Enflasyonu Azaltma Yasası, yeşil enerjinin geliştirilmesi için 430 milyar dolarlık hükümet yatırımı ve vergi kredisi ayırdı.

Dünya Ekonomik Forumu, 2050 yılına kadar sıfır karbondioksit emisyonuna ulaşmak istiyorsak, dünyanın enerji dönüşümü için üç milyar ton metal ve ince minerallere ihtiyaç duyulacağını tahmin ediyor ve bu sayı şüphesiz önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Elbette yatırımcılar para kazanmayı seviyorlar ve karada ve dünya sularında yeşil metal madenciliğinde yaklaşan patlama, Wall Street ve küresel çaptaki eşdeğerleri için kesinlikle bir talih kuşu olacak. Küresel piyasaları kapsayan BloombergNEF (BNEF), enerji dönüşümü için temel metal ve minerallere olan talebin önümüzdeki 30 yıl içinde en az beş kat artacağını ve bunun da 10 trilyon dolarlık bir fırsatı temsil ettiğini iddia ediyor. Burada söz konusu olan enerji üretimi, elektrik şebekeleri, enerji depolama ve ulaşımda kullanılacak lityum gibi kritik minerallerin ve bakır gibi geleneksel metallerin madenciliği.

BNEF madencilik analisti Yuchen Huo, “Enerji geçişi metaller ve madencilik endüstrisi için bir süper döngüye yol açabilir” diyor. “Bu döngü, temiz enerji teknolojilerindeki büyük genişlemeler tarafından yönlendirilecek ve bu da hem kritik mineraller hem de geleneksel metaller için talep artışını teşvik edecek.” diyor.

O halde, Çin ve ABD gibi ülkelerin, dünyanın enerji dönüşümü için hayati önem taşıyan sınırlı doğal kaynaklara erişim konusunda (belki de kelimenin tam anlamıyla) savaşmalarının muhtemel olması sürpriz olmamalı. Kapitalizm buna bağlıdır. Afrika’dan Güney Çin Denizi’ne kadar bütün ülkeler yeni, kârlı enerji girişimleri için dünyayı tarıyor. Dünya yüzeyinin yüzde 30’unu kaplayan Pasifik Okyanusu’nda polimetalik maden cevherlerinin avlanması, ada hükümetlerini önemli ölçüde sularını kazıya açmaya yöneltiyor. Cook Adaları, yakınındaki okyanusun derinliklerinin keşfedilmesi için lisanslar verdi. Kiribati, Nauru ve Tonga, Kiribati adası ile Meksika arasında uzanan 1,7 milyon mil karelik bir alan olan Clarion Clipperton Bölgesi’ndeki yatakların araştırılması çalışmalarına fon sağladı.

Derin Deniz Madenciliğine Karşı Kampanya’dan Dr. Rosenbaum, “Bu (derin deniz) keşif çılgınlığı, derin denizin benzersiz ve az bilinen ekosistemlerini korumaya yönelik düzenleyici rejimlerin veya koruma alanlarının yokluğundan meydana geliyor” diye ileri sürüyor. “Derin deniz madenciliğinin sağlık ve çevresel etkileri yaygınlaşacak… Deniz, dinamik ve birbirine bağlı bir ortamdır. Tek bir kazının bile etkisi derin denizle sınırlı kalmayacak.”

İklim krizinden çıkış yolunu bulmak isteyenlere göre, bu kadar çok aranan metaller ve mineraller, dünyayı kirli fosil yakıtlardan vazgeçirmek için hayati önem taşımaya devam edecek. Ancak tek bir şeye güvenin: Bunların sadece jeopolitik olarak değil çevresel olarak da ciddi bir maliyeti olacak. Belki de bu tür maliyetler, büyük silahlı güçlerin hâlihazırda sinir bozucu bir şekilde karşı karşıya geldiği Güney Çin Denizi de dâhil olmak üzere, dünyanın narin okyanuslarında olduğu kadar yıkıcı bir şekilde hiçbir yerde hissedilmeyecek ve bunun hem bu sulara hem de geri kalanımıza vereceği zarar henüz fark edilmedi.

 

(Bu yazı İngilizceden Türkçeye Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz: https://www.counterpunch.org/2023/09/15/the-south-china-seas-resource-wars-its-not-only-about-fossil-fuels/)

16 Eylül 2023 Cumartesi

G-20’nin Koridor Hamlesi

(El Yazmaları, 17 Eylül 2023)

Çatışmalar, uzlaşmalar ve hamlelerle bezeli “ilginç zamanlar”, sıfatının hakkını verecek şekilde hızla devam ediyor. İçinden geçtiğimiz “ilginç zamanlar”ın uzunluğunu küresel ve bölgesel güçlerin çıkarlarının uzlaşmazlığı belirlerken kalınlığını bu güçlerin her geçen gün şiddetini artıran hamleleri tanımlıyor. Son hamle küresel güç adaylarından Hindistan’da gerçekleşen G-20 zirvesinde geldi. 

Biçilmiş Kaftan IMEC  

BRICS’in Johannesburg’taki zirvesinin ardından Yeni Delhi’de toplanan G-20 ülkeleri, küresel hegemonya mücadelesinde belirleyici olacak IMEC projesini ilan ettiler. Kısaltması IMEC olan “Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru” projesi, Hindistan’dan Körfez ülkelerine, oradan Ürdün ve İsrail üzerinden Akdeniz’e inerek Yunanistan’a varan bir koridoru vaat ediyor. Adı ve rotası belirlenmeden önce, Biden ABD Başkanı olduktan sonra böyle bir projenin varlığından söz etmekteydi. Fakat şimdi adıyla sanıyla ortaya atılmasında Çin’e yönelik özel bir sürecin yürütülmesinin payı bulunuyor. 

Ticari ambargolar ve yaptırımlara rağmen Çin’in ekonomik gücüne önemli bir darbe vurulamaması ya da geriletilememesi, askeri alanda olduğu gibi ekonomik alanda da kuşatma stratejisini gerekli kılıyor. Bu bağlamda Çin’in hem ekonomik hem de siyasi anlamda küresel güç olmasını sağlayan ve halihazırda devam eden Tek Kuşak Tek Yol (TKTY) projesine alternatif yaratılması ve böylece bu projesinin akamete uğratılması hayati önem taşıyor. IMEC’in rotasının TKTY’nin Asya’dan Afrika’ya geçen noktası üzerinden yani Orta Doğu’dan geçerek adeta tam ortasından bölmesi de buna işaret ediyor. Dolayısıyla IMEC projesi tam da bu strateji için biçilmiş bir kaftan niteliğini taşıyor.  

Hindistan vs. Çin 

IMEC projesinin diğer bir önemli özelliği ise Hindistan’dan başlamasıyla Yeni Delhi’ye özel inisiyatif tanıması. Küresel güç olma hedefinde olan ve bunun için komşusu Çin’le rekabet edebilir bir güce sahip olması gerektiğinin farkında olan Hindistan için IMEC önemli bir fırsat. Bu koridorun ciddi bir güce kavuşması halinde Çin güç kaybedebilir ve böylece Hindistan hem Asya kıtası çapında büyük güç olabilme hem de küresel zirveye tırmanabilme fırsatını yakalama şansına sahip olabilir. ABD ise Hindistan’a bu fırsatı tanıyarak Çin’e yönelik hamlelerinde Yeni Delhi’nin gücünü kullanmayı ve onu kendi blok zemininde tutmayı planlıyor. 

IMEC’in bir hedefi de Batı bloğunun toplandığı zemini restore etmek. Küresel hegemonya mücadelesinin açtığı çatlaklar, bu bloktaki bazı ülkelerin (Suudiler, Türkiye ve BAE gibi) Rusya ve Çin ile ekonomik ve askeri bağ kurmasına neden olarak zemindeki çatlakların yayılmasına neden oldu. IMEC ile birlikte, özellikle Çin ile ekonomik bağ kuran ülkelerin tekrar Batı zeminine çekilerek çatlakların kapatılması istenmekte. Koridorun Orta Doğu ayağına özel önem atfedilmesi de Suudi Arabistan ve BAE gibi son zamanlarda Çin ile ekonomik ilişkilerini ileri boyutlara taşıyan ülkelerin hedeflendiğine işaret ediyor.  

G-20 zirvesine koridor meselesinin damga vurması kendisini zirvenin deklarasyonunda da gösteriyor. Bir öncekinin aksine G-20 deklarasyonunda Rusya’nın adının geçmemesi ise Çin’in özel olarak hedefe alındığını ortaya koyuyor. Zirvenin Yeni Delhi’de yapılmış olması da Çin’e karşı Hindistan’ın öne çıkartıldığını açıkça işaret ediyor. 

G-20 zirvesinin perde arkasında kalan diğer iki gelişme de oldukça önem taşıyor: Afrika Birliği’nin G-20’ye alınması ve G-20’de başkanlığın Lula’ya geçmesi. Son dönemde başta Afrika ve Latin Amerika olmak üzere “güney”de yaşadığı büyük kayıplara karşı Batı, onlara alan açarak önümüzdeki dönemde zemininde “restorasyona” gitmeye çalışacağı izlenimini edindiriyor. Fakat Çin’in ekonomik gücü ve diplomatik desteği ile Rusya’nın askeri ve siyasi hamleleri bu izlenimin edinilmesinin kolay olmayacağını ortaya koyuyor. 

Pekin “Sakin” 

Daha öncekilerde olduğu gibi kendisine yönelik bu hamlelere karşı Pekin “sakinliğini” koruyor. Koridora yapılan ilk açıklamalarda kendini gösteren bu “sakinlik”,  Çin’in saldırılara nasıl karşı koyacağından çok bu saldırılardan nasıl faydalanabileceğine odaklanmasından kaynaklanıyor. Nitekim IMEC’in alternatifi olduğu TKTY projesi şimdiye kadar büyük yol kat etti. 2049’a kadar tamamlanması planlanan TKTY kapsamında 150’nin üzerinde ülke ile 30’un üzerinde uluslararası örgütle anlaşmalar imzalanmış, üç bine yakın proje finanse edilmiş ve 1 trilyon dolarlık harcama yapılmış durumda.[1]

Proje kapsamında Batının yaptırımlarına direnmeleri için “güney” ülkeleri ile ABD’nin müttefiklerine sunulan ekonomik yardıma ek olarak siyasi ve diplomatik destek sunuluyor olması Çin’in elinin güçlü olmasını sağlıyor. Üstelik IMEC’in ilanından sonra İtalya dışında hiçbir ülkenin TKTY’den uzaklaşmaya dair bir belirti sunmamış olması Pekin’in sakin olmasını sağlıyor. Ve bu “sakinlik” Çin’in IMEC’den faydalanmak için göstereceği çabaya enerji ve güç sunuyor. Önümüzdeki dönemde Pekin bu çabayı göstermekten imtina etmeyecektir.  

Koridorlar Krizi Çözer mi? 

Küresel güçlerin birbirlerine karşı yaptıkları hamlelerin en önemli nedeni ise kapitalizmin yapısal krizi. Var olan krizlerini aşmak bir yana sürekli kriz üreten bir yapısallığa sahip olan kapitalizm, üretim alanından çok dolaşım alanına yönelerek şansını deniyor. Dolaşım alanında sağlanacak hegemonya ve istikrarın, metaların tüketilmesini sağlayarak art-değerin realize olmasını ve böylece krizin ilacı olabileceğinden medet umuluyor. Buna ek olarak bu dolaşım alanının diğer yönlü akışıyla ucuz hammadde sağlaması ve diğer güçlerin bundan mahrum edilerek hegemonya mücadelesinden galip çıkılması da arzulanıyor. Fakat bu arzuların gerçekleşmesinin önünde ciddi engeller bulunuyor.  

Düşen kâr oranlarını artırmak için emek-gücüne hem mutlak hem de göreli artı-değer yönünden yapılan baskı, artı-değerin realize olmamasının en büyük nedeni. Dolayısıyla dolaşım alanında yapılacak “temizlik” ve yaratılacak “refah”, üretimden kaynaklanan esas sorunu ortadan kaldırmak bir yana daha da şiddetlendirecektir. Diğer yandan dolaşımda özellikle hammadde konusunda sağlanacak “istikrar” halihazırda var olan ekolojik talanı daha da artırarak canlı yaşamın sonunu getirmeye daha çok yaklaşacaktır. Son olarak koridorlar, küresel güçlerin barışçıl bir şekilde rekabet edecekleri “ultra-emperyalizm”in oluşması ihtimalini değil, derinleşen çıkar çatışmalarından dolayı zaten var olan bölgesel çatışmaları artıracaktır. Bir tarafta ABD hegemonyasını adım adım gerileterek küresel hegemon olma hedefine hızla ilerleyen Çin ile kendisine yönelik saldırıları varlık-yokluk meselesi olarak görerek savaşan Rusya, diğer tarafta Afrika’da askeri darbeler ve Orta Doğu’da irili ufaklı halkçı eylemlerle kendini gösteren “Batı” karşıtı isyanlar bu çatışmaların büyüyerek devam edeceğini açıkça ortaya koyuyor. Ve bu gelişmeler önümüzdeki günlerde “ilginç zamanlar”ın koridorlar aracılığıyla şiddetleneceğini imliyor. 

Dipnot:

[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/koridor-savaslarindan-koridor-kesismelerine-makale-1637575

9 Eylül 2023 Cumartesi

Deyrezor, Menbiç ve Kerkük Üçgeninde Harlanan Savaş Ateşi

(El Yazmaları, 10 Eylül 2023)

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle küresel zemine sıçrayan savaş hâli, küresel ve bölgesel düzeyde güç kazanmak isteyen aktörlerin askeri alana daha da çok odaklanmalarına yol açıyor. Bu minvalde aktörler krizleri aşabilmek, alan ve kazanabilmek için askeri gücün çözüm gücüne yoğunlaşmakta. Devlet krizi ve ekonomik krizle boğuşan Türkiye’nin de bu yoğunlaşmayla birçok konuda çözüme ulaşmayı hedeflediği görülüyor.  

Erdoğan’ın “kara kutusu” Hakan Fidan’ın dış işleri bakanı olmasının hemen ardından Orta Doğu’da yaptığı “ziyaretler”, meyvesini vermeye başladı. MİT Müsteşarlığı görevinde bilfiil aktif olduğu bölgedeki faaliyetlerine devam eden Fidan, Kürtlerin üzerine giderek Orta Doğu’ya yeni bir açılım gerçekleştirme hedefinde. Bu bağlamda Fidan perdeyi rahatça giriş yapabileceği iki sahnede açtı: Suriye ve Irak. 

Menbiç  

On yılı aşkındır statüsü ve “paylaşımı” egemen güçlerce nihayete erdirilmeyen Rojava, hamle yapılmak için oldukça uygun bir yer. Nitekim Türkiye’nin himayesindeki Suriye Milli Ordusu (SMO) da uzun bir aradan sonra Menbiç’e yönelik saldırılarda bulundu. Bu saldırılar var olan durumu değiştirmedi, ama SMO kılıfını giyinmiş cihatçıların Kürtlere karşı “mayın eşeği” olarak kullanılması konusunda Türkiye ve Suriye’nin ortaklaştığını ortaya koydu.  

Bu ortaklaşma iki ülkenin farklı amaçları olduğu gerçeğini değiştirmemekte. Türkiye Rojava’ya kendisi giremediği durumlarda cihatçıları “teşvik ederek” hem Kürt güçlerinin yıpranmasını istiyor hem de oluşacak “çatışma” ortamını müdahalesini meşrulaştırmak için kullanmayı amaçlıyor. Suriye yönetimi de Kürtleri olabildiğince boyun eğmiş bir şekilde kendisine tabi kılmak istediği için cihatçıların Kürt güçlerini yıpratmasına “sessiz” kalıyor. Ki cihatçıların bu bölgelerde alan kazanması da Suriye’ye müdahale için meşruiyet sağlayabilir olması Şam’ın sessizliğini derinleştirmesine neden oluyor. 

Deyrezor  

Türkiye ve Suriye bu ortaklaşmalarının biraz farklı bir boyutunu Deyrezor’da da gerçekleştirmeyi denedi.  

Deyrezor Askeri Meclisi Komutanı Ebu Havle’nin (Ahmed el Halil) ile birlikte 20 kişinin göz altına alınmasıyla başlayan olaylar, Havle’ye bağlı milislerin SDG’nin karargahlarına saldırması ve çatışmaların birçok köy ve kasabaya sıçramasıyla devam etti. Bazı bölgeler milislerin eline geçse de SDG bu bölgeleri geri alarak görece “sükuneti” sağlamış durumda. 

Petrol ve doğalgaz bakımından Suriye’nin en zengin bölgesi olan Deyrezor’da IŞİD’e karşı kurulan Kürt-Arap ittifakı, bugüne kadar büyük sorunlara yol açmadan süregeldi. Sorunların bugün ortaya çıkmasında ise içsel etmenler kadar dışsal etmenler etken. 

Suriye yönetimi uzun süredir yanına çekmeye çalıştığı Arap aşiretleri aracılığıyla bölgeye girmek isterken, İran da Şam’ın bu hamlesiyle hem Tanaf’taki ABD güçlerini kuşatmak hem de Suriye-Irak arasındaki silah ve asker akışını sürdürmeyi amaçlıyor. Beri tarafta ise ABD sınır boyunca yayılarak İran’ın sağladığı silah ve asker akışını durdurmayı amaçlarken, Suudiler öncülüğündeki Körfez ülkeleri de aşiretler üzerinden Suriye’ye girmeyi hedefliyor. Türkiye ise Kürtleri zayıflatacağını düşünerek “isyancı” aşiretlere desteğini açıklamaktan çekinmiyor. 

Bu dış etmenler kadar olmasa da iç etmenler de sorunun oluşmasında etken. Aşiretler kendilerine alan açmak için bu krizlerden faydalanmaya çalışıyorlar. Bir taraftan petrolden aldıkların payların artırılmasını isterlerken, bir taraftan da SDG merkezinden emir almayarak kendi “reisliklerini” oluşturmayı arzuluyorlar. Fakat güç denklemine göre hareket eden aşiretler yekpare yapılardan oluşmuyorlar. Aşiretlerin farklı kolları farklı öznelerle işbirliğine girişmekten çekinmiyorlar.  

Öte yandan Kürtler ise özerkliğin Suriye’nin geneline yayılmasını sağlamak, Körfez ülkeleriyle ilişki kurabilmek, Rojava’nın güvenliğini sağlamak gibi amaçlarla aşiretlerle kurduğu ittifakı sürdürmekten yana. Bu nedenle soruna müdahale ederken kimi aşiretleri yanına çekerken kimilerini tasfiye etmekten de çekinmedi. Ek olarak, ABD’nin ve Rusya’nın tam desteğini alamasa da, uluslararası ve bölgesel dengeleri de gözetmeyi de ihmal etmedi. 

Bütün bunlar Kürt güçleri ile Arap aşiretleri arasındaki gerilimin iç içe geçmiş iç ve dış etmenlerin belirleyici olduğu bir zeminde yol aldığını ortaya koyuyor. Bugüne kadar halkların kardeşliği zemininde epeyce yol alınması, bu gerilimi savaşa dönüştürmeyi çalışanların şimdilik başarısız olmasına neden oldu. Fakat gerilimin ve çatışmaların giderek arttığı bölgesel ve küresel hegemonya mücadelesi göz önüne alındığında önümüzdeki süreçte Arap ve Kürt halklarının kardeşliği zemininin daha sert testlere tabi olacağı aşikâr. Bu zemin sert testlerden geçtiği takdirde ise bölgesel dengelerin halklardan yana ağır basma ihtimali oldukça yüksek olacaktır. 

Kerkük 

25 Ağustos’ta Irak Başbakanı Sudani’nin Kerkük’teki Ortak Operasyonlar Karargâhı olarak bilinen binayı Kürdistan Demokrat Partisi’ne (KDP) iade etme kararını açıkladıktan sonra Kerkük’teki Arap ve Türkmenlerin sokak eylemleri başladı. Kerkük-Erbil yolu trafiğe kapatıldı. Eylemlere Sünni Arap aşiretleri, çeşitli Türkmen grupları, daha çok İran yanlısı olarak bilinen Şii Asayib Ehlilhak Hareketi taraftarları da katıldı.  

2014-2017 yılları arasında KDP’ye ait olan karargâhın tekrar KDP’ye devredilme kararı, önceleri Irak’ın önemli ticaret merkezi ve zengin petrol kaynağı olarak; şimdilerde ise etnik çatışmalar ve yoksullaşma ile anılan kentte çatışmaları tetikledi. Türkmen ve Arapların yoğunlaşan eylemleri sonrasında Kürtlerin de karşı eylemlere geçmeleriyle birlikte kentte sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yaşanan çatışmalarda Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Rahimava bölgesinde 4 Kürt yaşamını yitirdi.  

Akabinde olayların tırmanmasıyla birlikte ordu alarma geçirildi. Ordu güçleri de Kerkük’e konuşlandı. Kerkük valisi yaptığı açıklamada binanın devrinin ertelendiğini açıkladı.  

Binanın Önemi (!)  

Aslında bina, IŞİD’in 2014’teki ilerlemesi sırasında Irak ordusu bölgeden çekilirken peşmergenin eline geçmişti. Takip eden üç yıl boyunca bina Kerkük KDP karargâhı olarak kullanıldı.  

Hatırlanacağı gibi 2017’de yeni Irak anayasasının gereğince Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi için bir referandum düzenlenmişti. O referandum döneminde Kürt tarafıyla Arap tarafı arasında gerilim yükselmiş, karşılıklı suçlamalar birbirini izlemişti. Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi ve Bağdat yönetimi arasında Kerkük’ün hangi yönetime bağlı olacağına dair oluşan anlaşmazlık referandum krizini doğurmuştu. Kerkük’te yapılan referandumu tanımayan Bağdat yönetimi Irak ordusunu ve Haşdi Şabi milislerini Kerkük’ün çeşitli noktalarına konumlandırmıştı. Ekim 2017’de kente giren Irak ordusu ve Haşdi Şabi kentte kontrolü ele almış, KDP binasını boşaltarak burayı Kerkük Operasyonlar Karargahı’na dönüştürmüştü.  

Bir binanın devrinin bu kadar büyük eylemler getirmesinin elbette ki binanın kendisiyle az bir ilgisi var. Asıl konu aslında kentte giderek yükselen gerilim. Kerkük şehri üç parçadan oluşan Irak devletinin en ihtilaflı yerlerinin başında geliyor. Kerkük kentinin sahip olduğu zengin petrol yatakları dolayısıyla, istikrarsız Orta Doğu tarihinde her daim üzerinde hak iddia edilen önemli bir kentti. Dört ülkeye yayılan Kürt sorunuyla birleşen bu açmazlar kenti sürekli patlamaya hazır tutuyor.  

Şimdilik bir komite kuruldu ve koalisyon hükümetinin temsilcileri komisyonda yer alacak. KDP ve KYB de bu komisyon içerisinde yer alacak. Bir çözüm önerisi getirilmeye çalışılacak.  

Bundan Sonra Ne Olacak?  

Sudani ve KDP belli ki bir anlaşmaya varmışlar. 18 Aralık 2023’te gerçekleşecek il meclisi seçimlerinde 2017’deki durum sonrası KDP’nin kente dönmesi konusunda bir uzlaşmaya varıldığı anlaşılıyor. Binanın devrinin bu anlaşma çerçevesinde sağlanacağı hesaplanıyordu. Sonuçta KDP olmadan Bağdat’ta bir hükümet kurmanın ve bu hükümeti ayakta tutmanın mümkün olmadığı biliniyor. Binayla ilgili tavizin arkasında yatan gerçeklik bu. Öte yandan kentte KYB’nin KDP’den daha güçlü olması ve valiliği kendi adayının almasında ısrar etmesi sorunu karmaşıklaştırıyor. KDP Bağdat’ın gücünü arkasına alarak KYB’yi ekarte etmek isterken, Bağdat da Kürtlerin arasındaki ayrılığı derinleştirerek Kerkük’teki konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Fakat Kürt halkının sokağa dökülmesi bu hesapların şimdilik rafa kaldırılmasını sağladı. Kerkük’ü Kürdistan’ın Kudüs’ü olarak gören Kürtlerin, yakaladıkları bu fırsatını değerlendirmek için ayrılıkları ve gayrılıkları bir kenara bırakmaya niyetli oldukları gözüküyor. Yine de KDP’nin Türkmen ve Arap gruplarla ittifak yaparak kendi gündemini esas alacağı görülüyor. Ve bu da Kürtler arasındaki ayrılığın derinleşebileceği ihtimalini güçlendiriyor. 

18 Aralık seçimlerine yaklaşırken KDP’nin Kerkük’e konumlanması ve bir Kürt valinin seçilmesini sağlama ihtimali Arap ve Türkmenleri harekete geçirdi. Elbette bu güçlerin arkasında İran ve Türkiye’nin olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye ve İran Kerkük’te bir Kürt vali istemiyorlar. Dolayısıyla olaylara dolaylı olarak müdahale ediyorlar. Özel olarak Türkiye bir taraftan dağınık durumdaki Türkmen güçlerini bir araya getirmeye çabalarken diğer taraftan Sünni Araplar arasında son yıllarda kaybettiği nüfuzunu tekrar elde etmeye çalışıyor. Bu nedenle Ankara Kerkük’te ortaya çıkan kıvılcımın yangına dönüşmesi için uğraşıyor. 

Savaş hâlinin dünyanın diğer bölgelerine yayılmasıyla bir süredir silah seslerinden uzak kalan Orta Doğu, özellikle bölgesel güçlerin çatışan ve kimi yerde ortaklaşan çıkarları nedeniyle eski günlerine dönebilir. Nitekim yaşadığı krizlerden çıkmayı Deyrezor, Menbiç ve Kerkük üçgeninde savaş ateşini harlayarak bölgede yeni mevziler edinerek aşmayı düşünen Türkiye’nin gösterdiği üzere bu ihtimal yüksek. Önümüzdeki süreç Orta Doğu halklarına barış ve huzurdan çok savaş ve çatışmalar vaat ediyor. 

2 Eylül 2023 Cumartesi

BRICS’in “Yeni” Süreci

(El Yazmaları, 3 Eylül 2023 (Toplumsal Özgürlük, Eylül 2023 sayısı))

İlginç zamanların süregeldiği bir tarih diliminden geçiliyor. Krizlerin, gerilimlerin ve savaşların birikerek daha şiddetli ve çeşitli biçimlerde tekrar ortaya çıktığı “ilginç zamanlar”, kendine has kimi benzerliklerle birlikte farklılıklarıyla da özgün tarihsel sürecini oluşturuyor. 2008’de su yüzüne çıkan kapitalizmin krizinin tetiklemesiyle seviyesi sürekli artarak küresel zemine sıçrayan hegemonya mücadelesi, kendi ilginç zamanının özgünlüğüyle tarihsel sürece biçimini veriyor.  

Bu mücadelenin özgün ve “ilginç” olmasının nedenlerinin başında ise alışılageldiği gibi çok güçlü iki başaktörün sahnede olması değil, çok sayıda başaktörün ve onlar kadar oyunda önemli role sahip yardımcı aktörlerin de sahnede olması geliyor. Geçtiğimiz ayın sonunda yapılan BRICS zirvesi ise bunu açık bir şekilde ortaya koydu. 

Alınan ve “Alınmayan” Kararlar 

2006 yılında Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in bir araya gelmesiyle oluşan ve 2010’da Güney Afrika’nın katılmasıyla BRICS adını alan organizasyon, tarihinin en önemli zirvelerinden birini gerçekleştirdi. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentinde 22-24 Ağustos tarihlerinde düzenlenen 15. BRICS Liderler Zirvesi’nde alınan kararların ve söylenen sözlerin kısa ve orta vadede küresel hegemonya mücadelesine önemli oranda etki edeceği görülüyor. 

Alınan kararların başında Arjantin, BAE, Etiyopya, İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın üyeliğe davet edilmesi geliyor. Zirveden önce 23’ü resmi olmak üzere 40’tan fazla ülkenin BRICS’e katılma talebi olmasına ve daha önce hiç üye almamasına rağmen verilen bu kararın hem üyeler hem de BRICS nezdinde ekonomik ve stratejik bir önemi bulunuyor. 

Yeni üyelerle birlikte BRICS, dünya GSYİH’sinin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) yüzde 30’undan fazlasını oluşturan bir grup olarak G7 ülkelerini satın alma gücü paritesi açısından geçmiş oluyor. Böylece grup, küresel tedarik zincirinde gerilimlerin yaşandığı bir zamanda dünya ticaretinde önemli güce erişmiş oluyor.  

Diğer yandan yeni üyeler, BRICS’i küresel petrol üretiminin yüzde 43’ünü gerçekleştiren ülkelerin oluşturduğu bir grup haline de getiriyor. Bu nokta Çin ve Rusya açısından oldukça önemli. Küresel üretimin fabrikası haline gelmiş Çin’in üretimini sürdürüp büyüme hızını düşürmemek için petrol akışının hızlı ve bolca olmasına ihtiyaç duyuyor. Rusya ise hem Ukrayna savaşını finanse edebilmek hem de petrole tavan fiyatı getirerek ekonomisini çökertmek isteyen “Batı”yı engelleyebilmek için petrol fiyatlarının “yüksek” olmasını istiyor. Bunun için de Moskova’nın petrol üreten ülkelerin iş birliğine ihtiyacı bulunuyor. 

Bu bağlamda yeni üyelerin başında BAE, İran ve S. Arabistan’ın gelmesinin “tesadüf” olmadığı görülüyor. En çok petrol üreten beş ülke arasında olan BAE, İran ve S. Arabistan, aynı zamanda Orta Doğu’da Çin’in yeni ortaklıklar kurduğu özneler. Çin bu ülkelerle (ve Mısır ile) ilişkisini derinleştirerek hem Tek Kuşak Tek Yol projesini geliştirmeyi hem de ABD’nin kendisini kuşatmasına Orta Doğu’ya daha fazla nüfuz ederek cevap vermek istiyor. 

Seçilen diğer iki ülkenin Etiyopya ve Arjantin olması ise kısa vadedeki hamlelere dair ipuçları taşımakta. Etiyopya’nın Afrika Birliği Örgütü’ne ev sahipliği yapması ve Hindistan ve Çin ile iyi ilişkilere sahip olması, Arjantin ekonomisinin ise Güney Amerika’nın ikinci büyük ekonomisi olması ABD ve dolayısıyla “Batı”nın saldırılarına ve kuşatmalarına Afrika ile ABD’nin “arka bahçesi” Güney Amerika’dan verileceğine işaret ediyor.  

Ortak para rezervi oluşturma kararı ise zirvede alınması beklenen diğer kararlardan biriydi. Bu karar alınmasa da yerel para birimleriyle ticaret yapılması ve BRICS için referans para birimi oluşturulması için çalışacak grup oluşturulması kararlarının alınması oldukça önemli.  

“Alınmayan” karar ile “alınan” kararlar ise stratejik bir noktayı vurgulamakta: BRICS’in ve özel olarak da Çin’in küresel kapitalist sistemden kopma gibi bir amacının olmadığını. Döviz rezervlerinde ABD dolarına büyük ölçüde bağlı kalmaya devam eden Çin, doların hakimiyetini kırmak için acele etmiyor. Keza ticaret, yatırım ve ulusal rezervler için doların hâlâ en önemli para birimi olması da bunda etken. Fakat diğer yandan BRICS üyelerinin kendi aralarında yerel para birimleriyle yapacakları petrol ticareti aracılığıyla dolar dışı ticaretin alanı da genişlemiş olacak. Dolayısıyla de-dolarizasyon sürecinin sistemin dışına çıkarak değil, sistemin içerisinden içererek aşılmasıyla tamamlanmasının hedeflendiği görülüyor.  

BRICS’in (ve özel olarak Çin’in) esas amacı ise alternatifler aracılığıyla sistemin yönetiminde daha fazla paya sahip olarak hegemon olma. Bu amaç doğrultusunda da BRICS “Batı”nın “istikrarsız” dediği yerlere yatırım yaparak dünya çapındaki etkisini yaymaya çalışıyor. 

Nitekim Çin’in devlet başkanı Şi Cinping’in zirve sırasında “küresel modernleşme sürecinin” gerçekleşmesi için “ortak kalkınma topluluğu” oluşturma vurgusunda bulunarak “Güney”in kalkınmasına destek vermesi de bunun bir ifadesi. Bu “desteğin” yanı sıra sömürgeciliğin tarihsel bagajına sahip olan ABD ve Batı’nın ucuz krediler ve borç silmeleri sağlayacak kaynaklardan yoksun olması da “Güney” ülkelerinin (Afrika’daki son darbelerin de gösterdiği üzere) Çin ve Rusya’ya yönelmesine neden oluyor. 

Zayıflıklar 

Zirvede alınan kararlar ve BRICS’in görece avantajlı olduğu durumlar, küresel hegemonya mücadelesinde dengelerin değişme ihtimalinin olduğuna işaret ediyor. Fakat dengelerin değişmesinin “ihtimal” olmasını sağlayan birçok somut olgu bulunuyor.  

Bunların başında ise GSYİH gelmekte. BRICS’i oluşturan beş ülkenin (yeni üyeler olmadan da) satın alma gücü paritesi açısından GSYİH’si bu sene G7 ülkelerini geçti. Fakat nominal dolar bazına bakıldığında ise 2022 yılının rakamlarına göre BRICS’in toplamı ABD’ye eşit. Yeni üyelerin katılması durumunda da ekonomik olarak BRICS G7’den daha zayıf durumda olacak.[1]

Buna ek olarak her ne kadar IMF’ye alternatif olarak 2015’te “Yeni Kalkınma Bankası” kurulmuş olsa da BRICS’in kurumları IMF ve Dünya Bankası’na henüz alternatif olabilecek durumda değiller. Dolayısıyla BRICS ekonomik alanda G7 karşısında henüz güçlü değil.  

BRICS’in bir diğer zayıf yönü ise kendisi. On yılı aşan bir geçmişe sahip olmasına rağmen BRICS dört başı mamur bir kurumsallaşmaya sahip değil. Amacı, kurumları, ilkeleri vb. henüz net olarak belirlenmemiş olan BRICS, bir örgütten çok bir araya gelmiş ülkelerden oluşan bir gruba benziyor. Diğer yandan bu gruba katılmak isteyen çok sayıda ülke olmasına rağmen genişlemenin kuralları ve ölçütleri de net olarak belirlenmemiş durumda. Dolayısıyla BRICS’in hegemonya kuracak “büyüklüğe” nasıl ulaşacağı akıllarda soru işareti doğuruyor. 

Buna ek olarak grup içerisindeki ülkeler arasındaki farklılıklar da oldukça ciddi. Bunların başında ise ekonomik güç farklılığı geliyor. BRICS içerisinde Çin küresel GSYİH’nin yüzde 17,6’sına sahipken, ondan sonra gelen Hindistan yüzde 7’sine sahip. Bu da ekonomik alanda ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda farklı çizgileri izleyebileceklerini gösteriyor. 

Ekonomik alandaki farklılıklara askeri güçlerdeki farklılık eşlik ediyor. Askeri gücüyle başı çeken Rusya, bu gücünü Ukrayna ve Afrika’da çıkarları doğrultusunda uygularken Çin ve Hindistan’dan net ve güvenilir bir destek alamıyor. Öte yandan Rusya’dan kısmi askeri destek alsalar da Çin kendi çabalarını esas alıp askeri gücünü geliştirmeye yönelirken, Hindistan askeri gücünü geliştirmek için “Batı” ile iş birliği yapmaktan çekinmiyor.  

Bütün bunlara halihazırda Çin ile Hindistan, İran ile Suudi Arabistan arasındaki siyasi gerilimler de eklendiğinde BRICS’in çoğu konuda ortak politika uygulamasının oldukça zor olduğu görülüyor. 

Bu zayıflık ve farklılıklara rağmen BRICS yeni bir süreci başlatmış durumda. ABD, Batı ve Çin ekonomisi arasındaki karmaşık ilişkiler bloklaşma için engel olsa da BRICS’in sistem içerisinde farklı bir alan oluşturma çabası önemli sonuçlar doğurabilir. Bu sonuçların kendi konumlarına ve çıkarlarına darbe vurmaması için “Batı”nın şimdiden NATO’yu genişletme ve AUKUS gibi “önlemler” aldığı görülüyor. BRICS’in aldığı kararların hayata geçmesinde olduğu kadar küresel hegemonya mücadelesinin derinleşmesinde de Batı’nın “önlemleri” önemli derecede belirleyici olacaktır.

Dipnot:

[1]https://harici.com.tr/bricsin-iktisadi-sinirlari-ve-g7nin-devam-eden-gucu/

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...