31 Ekim 2023 Salı

(Çeviri) Rambo’nun Pasifik Barış Bölgesi – Binoy Kampmark

Pasifik ülkelerinden yayılan siyasi fikirlerde, her zaman biraz kendine özgü de olsa, etkileyici bir şeyler olmuştur. Son yıllarda, kendilerini dünyanın en büyük su kütlesi olan Mavi Pasifik’in bir parçası olarak gören çeşitli ada devletleri, onları sular altında bırakma tehdidinde bulunan çevre konusunda bir anlayış oluşturarak, uymaları gereken bir dizi ilkeyi belirlemeye çalıştılar. Pasifik’teki yaklaşık on altı devlet ve bölge yönetimi, Temmuz 1975’te Tonga’daki Güney Pasifik Forumu toplantısında Yeni Zelanda tarafından ileri sürülen ilk gruplaşma önerisinden sonra Rarotonga Antlaşması aracılığıyla 1985’te nükleerden arındırılmış bir bölge kuran ikinci grup oldu. O zamandan bu yana iklim değişikliği bu grup için hep ön planda oldu.

Bu geniş su alanının yeniden büyük güç rekabetinin alanı haline geldiği göz önüne alındığında, bazıları küstah, bazıları pervasız ve ama hepsi iknaya açık olan liderlerin, bu tür rekabeti istismar ederken bile etkisiz hale gelebilecekleri bir düzenlemeyi oluşturmalarının zamanı geldi. Fiji’nin darbeyle parlatılan Başbakanı Sitiveni Rabuka bu konuda elini kaldırdı. Sidney merkezli Lowy Enstitüsü’nde 17 Ekim’de yaptığı konuşmada şunu ifade etti: “Mavi Pasifik’teki bizleri tarih çağırıyor olabilir, barış için pankartlar taşımak ve yaşadığımız zamanda ve sonsuza kadar birbirimizle uyumlu olmak için konuşma zorunluluğumuz açıkça kaderimiz olabilir.”

Bu, olması gerektiği gibi cüretkar bir fırsatçılıktır. Bunu yapmak, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin gibi büyük ve ahmak güçlerin, Hint ve Asya-Pasifik’te hesaplanamayacak kadar yıkıcı olacak bir savaşa girmekten caydırılabileceği anlamına gelir. Sonuçta, füzeler Pekin ile Washington arasında uçmaya başladığında, sakin bir Mavi Pasifik’e dair fikirler unutulmaya yüz tutabilir.

Rabuka’nın sözleriyle, “En güçlü iki ülke olan ABD ve Çin arasındaki rekabet yoğunlaşıyor gibi görünüyor.” Başbakan sadece Çinli ve Filipinli gemilerin Güney Çin Denizi’nde karşı karşıya gelmesi durumunda ne olacağını merak edebiliyor. “Bu, ABD’yi Çin ile karşı karşıya getirecek mi?”

Tayvan’a ilişkin kötüleşen duruma dair endişeler de dile getirildi. “Tayvan’la ilgili gerginlikler, silahlı bir çatışma veya daha da kötüsü bir olasılıkla birlikte tırmanıyor.” Bunu akılda tutarak, “Fiji’nin konumu açıktır. Çin ve ABD ile dostuz ve süper güçler arasındaki mücadeleye kapılmak istemiyoruz.” Pasifik’teki liderlerin taraf seçmeye zorlanmaması gerektiği konusunda uyarıda bulundu.

Rabuka, havarisel erdemle birlikte farklı ve orta halli bir formül önerdi: “Barış Okyanusu”. Böyle bir fikir ilk olarak Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada ortaya çıktı ve burada büyük güç rekabetinden iklim değişikliğine kadar bir dizi krizle mücadelede “ulusları bir araya gelmeye” davet etti.

Büyük güçleri ve Pasifik Adası devletlerini içeren bu “Bölge”, “bölgesel düzeni ve istikrarı tehlikeye atabilecek eylemlerden” kaçınacak ve “birbirlerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyulmasını” sürdürecektir. Böyle bir düzenlemenin, kabile çatışmasını bastırmak için Fijili barış güçlerinin Papua Yeni Gine’ye gönderilmesi veya Batı Papua ile Endonezya arasındaki barış görüşmelerine aracılık edilmesi gibi acil, somut faydaları da olabilir. “Pasifik tarzı diyalog, diplomasi ve fikir birliğine sürekli vurgu yapacaktır” diye açıklıyordu. “Çevrenin korunması ve muhafaza edilmesi merkezi gündem olacaktır; daha fazla uyum ve barış için olumlu bir unsur.”

Rabuka’nın barış ve düzene dair fikirleri, dışişleri departmanlarındaki kantin yemeklerinde mutlaka kıkırdamaya neden olacaktır. Bu adam, şimdi kurtarıcısı olarak övündüğü şeyleri baltalamak için kendi yıkıcı eylemlerine öncülük etmekten çekinmeyen bir adamdı. ABC’nin[1] ebedi yeni yetmesi olarak görünen Stephen Dziedzic, “bir zamanlar ‘Rambo’ lakaplı olan Rabuka’nın 1987 askeri darbesinde yasadışı bir şekilde iktidarı ele geçirdiği” gibi bariz gerçeği fark edecek kadar olgundu. Bunu, Rambo’nun “o zamandan beri yaptıklarından dolayı kamuya açık bir şekilde özür dilemesi ve 10 ay önce zor bir seçimi kazanarak Fiji’nin en yüksek konumunu bir kez daha alması” nedeniyle ince bir aklama takip ediyor.

Bu bakımdan Fiji liderinin özür dilemesi gereken çok şey var. Onun darbesi (teknik olarak birkaç ayda gerçekleştirilen iki darbe) Mayıs 1987’de Timoci Bavadra’nın seçilmiş hükümetinin devrilmesini sağladı. Daha sonra, 1981’de Lübnan’daki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün faaliyetlerine karşı koyma ve onları kısıtlama konusunda “hayal gücü ve yenilik” gösterdiği için (bunu Lübnan’daki BM Geçici Gücü’nde görev yapan Fiji Piyade Alayı’nın birinci taburunun komutanı olarak yapmıştı) Britanya İmparatorluğu Nişanı’na subay olarak layık görülmesine rağmen, bir sonraki Eylül ayında cesur bir şekilde Kraliçe II. Elizabeth’in Fiji Kraliçesi olma onurunu elinden aldı.

Böyle bir özgeçmişe sahip Rabuka, izleyicilerine pişman olduğu izlenimini vermeye çalıştı. O, “tövbe etmiş” ve “yeniden doğmuştu. Geçmişim silinemez ama yaptıklarımı bir dereceye kadar telafi edebilirim.” Uzun süren siyasi kekemelik yolunda, “inançlı bir demokrat oldu… ve şimdi bu demokratik politikacı, bir barış havarisi olmak için elinden geleni yapacak.”

Rabuka, Pasifik uluslarındaki bazı meslektaşları gibi Avustralya, Çin ve ABD ile ilişkilerde önlenemez bir alaycı olmaya devam ediyor. “Benzer hükümet sistemlerine sahip, demokrasilerimizin aynı marka demokrasi olduğu, Westminster parlamento sisteminden gelen ve aynı zamanda miras aldığımız İngiliz hukukuna dayanan geleneksel dostlarımızla daha rahat anlaşıyoruz.”

Daha önce bu sisteme karşı görkemli bir küçümseme sergilemiş olan o, bir yandan Pekin’in temsilcileriyle dans ederken diğer yandan Canberra ve dolayısıyla Washington ile devam eden ilişkisinden para kazanmak için mükemmel bir konumda. Ve bunu yapmanın çevreyi intihar niteliğindeki yok etme yerine korumayı amaçlayan bir çözümden daha iyi bir yolu var mı?

(Bu yazı İngilizceden Türkçeye Caner Malatya tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz:https://www.counterpunch.org/2023/10/23/rambos-pacific-peace-zone/)

Dipnot:

[1] Australian Broadcasting Corporation: Avustralya hükûmetinin doğrudan hibeleri ile finanse edilen Avustralya Yayın Kurumu. (ç.n.)


28 Ekim 2023 Cumartesi

Orta Doğu’nun “Savaşı”

(El Yazmaları, 28 Ekim 2023 (Toplumsal Özgürlük, Kasım 2023 sayısı))

Kendini ve şiddetini küresel zeminde ortaya koyan kriz hâli, çeşitli biçimlerde ve mekânlarda vukû bulmaya devam ediyor. Son yıllarda, ekonomi alanındaki krizle arasını açarak sahneyi büyük oranda kaplamaya başlayan hegemonya alanındaki kriz, Filistin meselesi üzerinden gündemdeki ve zirvedeki yerini koruyor. Yerel, bölgesel ve küresel çapta yaşanan ve kimi zaman şiddetlerinin boyutları yaşanılan yerin çapını aşan krizler, hegemonya krizinin büyümesini sağlıyor. Filistin’de yaşananlar da hegemonya krizini Orta Doğu’dan yani bölgeselden küreseli etkileyerek besliyor. Bölgenin küreseldeki krizden etkilendiğinden daha çok onu etkilediğine işaret eden bu durum, bölgesel güçlere inisiyatif ve güç kazanmanın yanı sıra küresel güçleri etkileme şansını da tanıyor. Ve bu da bölgesel güçleri, bölgedeki kriz hâlinden olabildiğince yararlanmaları için hızlı ve atak olmaya itiyor. 

İsrail Savaş İstiyor  

Batı emperyalizminin ileri karakolu olarak kurulan İsrail devleti, Suriye’deki savaşın şiddetinin azalması ve bölge ülkeleri arasındaki gerilimleri kısmen dindiren görüşmeler sonucunda bölgedeki belirleyici güç olma niteliğinde kayıplar yaşadı. Bu kaybı azaltmak için uyguladığı şiddet politikalarını son iki yıldır artıran İsrail’in, şiddetine boyun eğmeyen Filistin halkından hak ettiği cevabı alması sonucunda yaşadığı güç kaybının büyüklüğü gözler önüne serildi.  

İsrail, güç kaybının üstünü örtmek için en iyi bildiği yoldan giderek sivilleri açıkça hedef almaktan çekinmiyor. Ki hastanenin vurulması ve Gazze’deki ölü sayısının 7 bini aşması İsrail’in soykırım yaparak etnik temizliğe giriştiğini açıkça gösteriyor.  

İsrail’in Filistin halkına yönelik bu saldırılarının ardında birden çok hesap yatıyor. Hesapların önceliği ise içe yönelik.

Sönümlenmeye başlamış olsa da Netenyahu’nun yolsuzluklarına yönelik uzun bir süredir gerçekleşen protestoların varlığı ve Netenyahu’nun ırkçı güçlerle koalisyon kurmasıyla faşizmi inşa çabalarının devlet kurumlarına sıçraması ülkedeki çatlakları büyütmekteydi. Saldırılar içerideki çatırdamaları bir süreliğine engelledi. Fakat sayıları az olsa da İsrail’in saldırılarına ciddi tepki gösteren ve Filistinlilerle barış içinde yaşamak isteyen Yahudilerin varlığı ile ordu ve hükümet arasındaki tartışmalar, savaş ateşi büyüdüğü taktirde çatlakların daha da derinleşmesine neden olabilir. 

Saldırıların ardındaki bir diğer hesap ise Filistinlilerden tamamen kurtulmak. Küresel zemine sıçrayan savaş ateşinin fırsatından yararlanmak isteyen İsrail, Gazze’dekileri Mısır’a ve Batı Şeria’dakileri de Ürdün’e sürmeyi planlıyor. İsrail, ABD’nin gücünü tamamen arkasına almanın getirdiği güvenle bu hedefe kitlense de önünde ciddi engeller bulunuyor.  

Öncelikle İsrail’in bu girişimi savaşı bölgeye yayma potansiyelini taşıyor, ki İsrail de askeri gücünü kullanıp bölgede tekrar hegemon olmak için bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmeyi istiyor. Fakat Çin’i kuşatmaya odaklanmış olan ABD, dikkatini ve gücünü dağıtacak bölgesel bir savaşı arzulamıyor. Bu nedenle İsrail’den, İran ya da Hizbullah’ın savaşa dahil olmasına sebep olacak hamlelerden uzak durmasını istiyor.

Nitekim Irak ve Suriye’de ABD üslerine yönelik saldırı girişimleri Washington’un kaygısını doğruluyor. Ayrıca kara harekatının da çatışmaları başka yerlere sıçratma potansiyeline sahip olması ABD’nin İsrail’i bombalamalarla sınırlı kalmaya ve Filistinlileri orta vadede ortadan kaldıracak bir şekilde “sabırlı” davranmaya davet etmesine neden oluyor. Bu noktada gelişmelerin yönünü belirlemede ABD ve İsrail kadar bölge ülkeleri ile İran’ın sergileyeceği tavrın da etkisi olacak. 

İran “Beklemede” 

İsrail ve ABD’nin baş hedefi olan Tahran, bütün ithamlara rağmen İsrail’e yönelik saldırıların “arkasında” olmadığını ısrarla belirtti. Bu ısrarını İslami Cihad’dan Hamas’a ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne kadar farklı Filistinli örgütlere verdiği desteğinde de sergileyen İran’ın “dolaylı” da olsa faillikten çekinmesinde “stratejik” davranma çabasının payı büyük. 

Kendisini korumayı esas alan ve bunla bağlantılı olarak bölgedeki krizlerin yarattığı “fırsatlardan” yararlanmayı amaçlayan stratejisiyle İran, Orta Doğu’nun birçok noktasına nüfuz etti. Bir süredir bu nüfuzunu sindirmeye ve konsolide etmeye çalışan İran, yeni nüfuz alanlarını yokluyor. Gerek kadınların gerekse yoksulların isyanının son iki yılda gösterdiği üzere ülke içerisindeki çatlakların ortaya çıkması da İran’ı bu alanlara girmekten çok buraları “yoklamasına” neden oluyor. Diğer taraftan küresel güneyin desteğini alması, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmiş olması, tecrite karşın AB’de İran’la ekonomik ilişki kurmak isteyenlerin seslerinin yükselmesi de Tahran’ı “sabırla” hareket etmenin “akıllıca” olacağına ikna ediyor. 

İran halihazırda Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen’den koordineli bir şekilde ABD’nin üslerine saldırabilme imkanına sahip ve geçtiğimiz günlerde Irak ve Suriye’de birçok ABD üssünü hedef alan birçok saldırı gerçekleştirilen gruplarla irtibat halinde. ABD ve İsrail’in böyle bir İran’a saldırmak gibi bir  “hatayı” yapmayacağını düşünen Tahran da ateşe benzin dökme zamanının gelmediğinin farkında.

ABD’nin Suriye’de İran’a ait noktaları vurması da Tahran’ın farkındalığını artırıyor. Bunlara İran’ın petrol sevkiyatı açısından kritik öneme sahip Hürmüz Boğazı’ndaki egemenliği de eklendiğinde Tahran’ın elinin güçlü olduğu görülüyor.

Dolayısıyla güçlerini stratejik ve verimli kullanmaya odaklanmış olan İran bir taraftan başta Filistin örgütler olmak üzere bölgedeki diğer örgütler aracılığıyla yoklamalarda bulunurken diğer yandan da savaşın kıvılcımını başka yerlerde yakarak ateşin kendisine düşmemesine yönelik çabalarını sürdürecektir. 

Suudiler ve Temcit Pilavı 

Hegemonya krizinin derinleşmiş olması, ABD ve İsrail’in bölgedeki müttefiklerinin alışıldık ve “zorunlu” politikaları izlemekten imtina etmelerine olanak sağlıyor. Son dönemde Suudilerin ve BAE’nin Çin ile ilişkilerini geliştirip İran’la görüşmeye başlaması, Türkiye ve Mısır’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi gibi gelişmeler ABD’nin ve dolayısıyla İsrail’in bölgedeki etkisine önemli oranda zarar veriyor. Zararın giderilmesi için de bu “müttefikleri” eski rotalarına döndürmek oldukça elzem. 

Bu “müttefiklerin” başında ise Suudiler geliyor. Son dönemde Çin ve Rusya ile ilişkilerini geliştiren Suudileri kaybetmek istemeyen ABD, bir taraftan Riyad’ın Abraham Anlaşmaları’nı sürdürmesini isterken diğer taraftan IMEC projesinde ona önemli bir rol sunarak paye veriyor.

Riyad verilen bu değerden memnun olmakla birlikte diğer zeminlerdeki gelişmeler “kafasını karıştırıyor”. Petrole bağımlılığı azaltma politikası doğrultusunda reformlar gerçekleştiren, bölgedeki nüfuzu artan ve böylece özerkliği tadan Suudiler temcit pilavına dönmek istemiyor.

Filistinli örgütlerin saldırılarının arka planındaki bir amacın da Suudilerin ve diğer Arap ülkelerinin İsrail’i resmen tanımalarını engellemek olduğu hesaba katılırsa temcit pilavına dönüşün Suudiler için zor olduğu görülüyor. Gerek ABD ve İsrail’in baskın askeri gücü gerekse Çin ve Rusya’nın bölgedeki varlığının sınırlı olması Suudileri pilavdan birkaç kaşık almaya zorlayabilir. Fakat hegemonya krizi dolayımında gerçekleşecek gelişmeler Suudilerin tabağı bitirmeden masadan kalkmalarını da sağlayabilir. 

Suudilerin kaderini başta BAE ve Mısır olmak üzere bölge ülkelerinin birçoğu da paylaşıyor. Rusya ve Çin’in bölgedeki adımlarına heyecanlı yaklaşılsa da Kahire’deki Gazze Zirvesi’nde İsrail’in protesto bile edilmediği göz önüne alınırsa ABD ve İsrail’in “gücünün” etkileyici olduğu ortada. Fakat hegemonya krizinin küresel güçlere bölgeye nüfuz etme ve güç kazanma zorunluluğunu dayatması iki ülkenin etkileyiciliğini sınırlandırabilir. Ve sınırlanmaya yönelik hamleler gerçekleştiği taktirde yaşanacak gelişmelerin, kapitalizmin ve emperyalizmin halklara sunduğu tarihsel gerçeklikler açısından bakacak olursak, pek hayra alamet olmayacağı görülüyor. 

20 Ekim 2023 Cuma

Kapitalizmin Krizi ve Hegemonya Mücadelesi Kendisini Savaşla Hatırlatıyor

(El Yazmaları, 20 Ekim 2023 (Toplumsal Özgürlük, Kasım 2023 sayısı))

Ö nce Filistinli örgütlerin “Aksa Tufanı” saldırısı, ardından İsrail’in daha önceki katliamcı saldırılarını aşan soykırımcı bombalamaları dünyada gözlerin Orta Doğu’ya dönmesine neden oldu. Ukrayna, Tayvan ve Karabağ’daki çatışmalar ve gerilimden dolayı bir süredir savaş ateşi dinmiş olan Orta Doğu’nun tekrar öne çıkması bir yönüyle “beklenen” bir gelişme. 

Bu “beklentinin” ardında bölgenin makus “tarihi” ile kendisini savaş halinden doğru yapılandırmış öznelerin hâlâ egemen olması kadar son dönemde küresel çapta yaşanan gelişmelerin payı da büyük.  

“Batı” Saldırıya Geçti 

Geçtiğimiz ay gerçekleşen G-20 Zirvesi’nde ilan edilen IMEC projesi, küresel hegemonya mücadelesinde yeni bir zeminin oluşması sürecine işaret etmekteydi. Bu projeyle öncelikle Çin’in Tek Kuşak Tek Yol (TKTY) projesine bir alternatif yaratılarak Pekin’in büyüyen ve genişleyen etki alanına darbe vurulması hedefleniyordu. Bununla birlikte bir diğer hedef gerek kâr oranlarının düşmesi gerekse artı-değerin realizasyonu sürecinde atılamayan salto mortaleler (ölümcül takla) sonucunda kapitalizmin derinleşen krizini dolaşım alanında sağlanacak bir “yol”la hafifletilmesi idi. IMEC’in ilan ediliş biçimi ve söylemleri bu iki hedefe “rıza” ve “barış” içinde ulaşılabileceği intibasının yaratılmasına yardımcı oldu. 

Fakat Orta Doğu’da yaşanan güneş kadar sıcak gelişmeler, hedeflerin ve “intibanın” buzdan kaleler misali hızlıca erimesine yol açtı.  

Evvela IMEC’in belkemiği olan Basra Körfezi-İsrail hattının TKTY’nin Afrika ile Asya arasındaki bağlantıyı sağlayan noktadan geçiyor olması bölgeye yeni ve her an ateşlenebilir bir çatışma fitili ekledi. İkincisi kapitalizmin krizinin “dolaşımdan” çok “üretim” alanında yaşanıyor olması koridorların değil “pazarların” krizlerin çözüm yeri olabilme niteliğini artırıyor. Elde edilecek ve genişletilecek “pazarlar”, hem hammadde ve ucuz iş-gücü sağlayarak hem de “salto mortale”lerin atılmasına olanak tanıyarak kâr oranlarının artmasını ve artı-değerin realize olmasını sağlayabilir. Ve pazarlara hâkim olmak için “rıza”dan çok “zor” gücüne sahip olmak gerekiyor, ki bunun için de askeri güç şart.  

Bu iki gerçekliğin ışığında ABD ve AB’nin hedeflerinden sıyrılıp “tarihsel determinizm”in sesine kulak vererekten İsrail’in öncülüğünde bölgede saldırı politikasına geçtikleri görülüyor. Çin’in bölgeye nüfuz etmiş olması, kapitalizmin derinleşen krizi, büyüyen küresel hegemonya mücadelesini de hesaba kattığımızda “Batı”nın saldırı politikalarına önümüzdeki günlerde de sıkı sıkıya sarılacağı görülüyor. Dolayısıyla kapitalizm gemisinin halihazırdaki amirali “Batı”, buzdağına çarpana kadar savaş ateşini canlı yaşamın her hücresine götüreceğini açıkça gösteriyor. 

Doğu’nun “Sessizliği” 

İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarında öncekilerinin aksine bu sefer gözlerin daha fazla çevrildiği Rusya ve Çin’den beklenen “sert” açıklamaların gelmemesi “Doğu”da da hedeflerden çok “tarihsel determinizm”e kulak verildiğine işaret ediyor. Çeşitli askeri, ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulaması beklenen Rusya ve Çin’in tonu düşük ve klasik açıklamalar yapmakla yetinmelerinin altında önceliği kendi “can”larına verdiklerini gösteriyor. 

Suriye’deki savaşla Orta Doğu’ya yerleşen Rusya, bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek yeni bir “statü” oluşturma olanağını yakalamıştı. Fakat gerek askeri ve ekonomik gücünün sınırlılığı gerekse Ukrayna savaşı Moskova’nın bölgede “statü” oluşturma imkanını baltalamış durumda. Buna rağmen Rusya diplomatik ve siyasi desteğini esas alıp bunu kısmi askeri güçle destekleyerek başka bir “fırsat” çıkana kadar bölgede varlığını sürdürmeyi amaçlamakta. Klasik açıklamasındaki Filistin’in bağımsızlığını öne çıkaran “ikili devlet” vurgusu desteğin diplomasi ve siyasi niteliğinin ağır basacağına işaret ediyor. Ve bu da “Batı”nın saldırma cesaretini artıran etmenlerden birini oluşturuyor. 

İran-Suudi Arabistan arasındaki yumuşamayı sağlama, Filistin ile ilişkileri geliştirme ve Suriye ile stratejik ortaklık kurma derken son dönemde bölgeye daha öne hiç olmadığı kadar nüfuz eden Çin, yaşanan şiddetin büyüklüğüne ve yüzünü kendisine dönen bölge ülkelerinin rahatsız edici bakışlarına rağmen “sakin” kalarak “dengeci” bir yaklaşım sergiledi. Çin’in bu “sakinliğinin” ardında iki neden bulunmakta. 

İlk olarak Çin’in Afrika’da yaşadığı deneyimden ciddi dersler çıkardığı görülüyor. 2000’li yıllardan itibaren Afrika’ya altyapı yatırımlarının yanı sıra düşük faizli kredi ve hibelerle “ekonomik” giriş yapan Pekin, ardı ardına gelen Fransa ve ABD destekli askeri darbelerle karşı karşıya kalmıştı. Bu darbelere karşın “ekonomik” desteğini sürdüren ve darbeci iktidarlarla çalışan Çin, Fransa ve ABD’nin askeri güçlerini hem küresel hegemonya savaşından kaynaklı giderek sınırlaması hem de bu güçlerin halk nezdinde meşruiyet kaybı yaşamaları sonucunda ve buna ek olarak “stratejik ortağı” Rusya’nın Wagner ile kıtaya girmesiyle Afrika’da egemen bir güç haline geldi. Yaşadığı bu “trajedi”nin “komedi” olarak yinelenmemesi için tarihten ders çıkaran Pekin’in bekleme ve denge politikasını Orta Doğu’da bir süre daha izleyeceği öngörülebilir. Fakat kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve bölgedeki savaş ateşinin büyümesi durumunda bekleme ve denge politikası Çin’i devre dışı bırakabilir. 

“Batı”nın saldırıya geçip askeri gücünü kullanarak Çin’i devre dışı bırakma ve TKTY’i baltalayarak ekonomik darbe vurma hedefi ise Çin’in sakin kalmasının ikinci nedenini oluşturmakta. Askeri gücüne son yıllarda ciddi yatırımlarda bulunsa da Batı ile henüz aşık atamayacak durumda olduğunun farkında olan Çin, kitabını yazdığı savaş stratejisinin en temel ilkesini uygulamaya çalışmakta: “Düşmanın direncini savaşmadan kırmak.”  

Bu bağlamda bölgede Batı ile halihazırda savaşan ve savaşmaya hazır güçlere ekonomik, askeri, diplomatik ve siyasi destek sağlamak Çin için Batı ile doğrudan savaşmaktan çok daha mantıklı. Bu durumda Çin bir yandan gücünü korumuş olacak diğer yandan rakipleri de askeri ve ekonomik güç kaybının yanı sıra bölge halkları nezdinde meşruiyet kaybına uğramış olacak. Böylece Pekin’in, Afrika’da olduğu gibi, bölgeye gecenin bütün kötülüklerini süpüren sabah güneşi gibi doğma ihtimali olabilir. Fakat kapitalizmin krizi ve küresel hegemonya mücadelesi gelişmelerin böyle bir “rasyonel”likten çok “akıldışı” bir çizgi izleyeceğine işaret ediyor. Ve bu da önümüzdeki günlerde küresel güçlerin “saldırılardan” ve “sessizlikten” kaçmasının zor olacağını ortaya koyuyor. 

9 Ekim 2023 Pazartesi

Mafyalar, Çeteler ve Devlet Krizi

(El Yazmaları, 10 Ekim 2023)

Darbe girişimiyle su yüzüne çıkan ve o günden bu yana çeşitli biçimlerle ve farklı şiddetlerle kendini ortaya koyan devlet krizinin bir boyutunun yeni bir düzlemi somutlaşıyor. Bu düzlem öncekilerle kimi benzerlikler taşımakla birlikte “sui generis” nitelikler de taşımakta.  

Dikkatlilik  

Sabık içişleri bakanının döneminde neredeyse hiç yapılmayan mafyalara ve çetelere yönelik operasyonların artması, yine sabık bakana yakın olduğu iddia edilen Ayhan Bora Kaplan’ın kaçarken yakalanması ve sonrasında Bahçeli’nin Soylu’ya sahip çıkması devlet içindeki krizin bir boyutundaki şiddeti açıkça ortaya koydu.   

Fakat Kılıçdaroğlu’nun “destek” açıklamasını ayrı bir yere koyarsak yeni İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “yumuşak” ama kararlı bir şekilde operasyonların devam edeceği söyleminde bulunması, operasyonların “durması” ve ardından Soylu’nun Yerlikaya’yı ziyareti ise tarafların krizin şiddetinin “fazla” yükseltildiği konusunda anlaştığına ve “şimdilik” sulha karar verdiklerini gösteriyor.  

Bu kararın altında yatan nedenlerin başında ise bulundukları “ortak” zemin geliyor. İki taraf da hareket ettikleri devletin şiddet tekelini uygulayan zor aygıtının önemli bir kısmının bulunduğu zeminin ve iktidar alanının varlığını korumaya dikkat etmekteler. Darbe girişimiyle zayıflayan ve geçen zamana karşın eski gücüne kavuşamayan zor aygıtının, ülkenin çevresinde yükselen savaş ateşinin yüksek çatışma gücüne sahip olunmasını zorlaması da eklendiğinde, varlığını koruması devletin ve iktidarın varlığı için de olmazsa olmaz. Bu da tarafları “dikkatli” olmaya itiyor.  

Dikkatlerini yönelttikleri diğer mesele ise “mafya” ve “çeteler”. Mafya ve çeteleri ortadan kaldırma vaadiyle gelen AKP/Erdoğan, iktidar alanındaki gücünü tahkim ettikten sonra kendi “mafya” ve “çetelerini” yaratmaya başlamıştı. Yaşanan acemiliklerin ardından Süleyman Soylu’nun önderliğinde ve MHP’nin tecrübesiyle mafya ve çetelerin yaratılmasında büyük başarılar kazanıldı. Bu mafya ve çeteler aracılığıyla “kirli işlerden” sermaye birikimi sağlandı, yerellerde servet transferi gerçekleştirildi ve gerektiğinde halkçı güçlerin direnişlerine ve eylemlerine müdahale edilerek “huzur” sağlandı. İsviçre çakısını andıran çok işlevselliğe sahip bu mafya ve çeteler, bir anomaliden öte neoliberal düzenin hem ekonomik hem de siyasi alanda alan açıp çeşitli saiklerle (son yıllarda çok izlenen dizilerdeki ve filmlerdeki anlatıya özel dikkat) fiilen meşrulaştırdığı ve doğallaştırdığı özneler aynı zamanda. Dolayısıyla iki taraf da bu özneleri tasfiye etmek bir yana, kendi kontrollerine altına alarak “güçlendirmeyi” amaçlıyor. Yapılan hamleler de “bizi seçerseniz bertaraf olmaktan kurtulursunuz” mesajını taşıyor. Bu mesajı verebilecek güce yani mafya ve çetelerin ellerini kıran ama bellerini kırmayan operasyonları yapacak ve “akıllıca” tercih yapmalarını sağlayacak somut güce “devlet içinde” sahip olmak özel önem taşıyor.  

Özgülük  

Kavganın “sui generis” niteliğine ise içerideki ve dışarıdaki gelişmeler renk vermekte.   

Şaibeli seçimlerin ardından iktidarını korusa da AKP/Erdoğan, gerek seçimlerdeki şaibelerini sürdürebilmek için gerek faşizmin inşası sürecini nihayete erdirmek için gerekse de yüzde 35’e düşen kitle desteğini MHP, YRP gibi partilere kaptırmamak için içerinin “içerisindeki” alanda hegemonya kurması gerektiğinin farkında.  

Bu çerçevede Ali Yerlikaya gibi daha önceki testlerden geçmiş ve İslamcı yapılarla iç içe birinin içişleri bakanı olması tesadüf değil ve ayrıca kendisi yalnız da değil. Ali Yerlikaya’nın Millî Savunma Bakanı Yaşar Güler’in ev sahipliğinde gerçekleşen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanı Metin Gürak ve MİT Başkanı İbrahim Kalın ile verdiği fotoğraf devletlû ve “güçlü” bir ekip olduklarını ortaya koyuyor. Ve bu durum önümüzdeki süreçte iki taraf arasındaki çatışmanın “geçici sulh”tan ve Kürtlere yönelik saldırılardan sonra artarak devam edeceğini gösteriyor.  

Kılıçdaroğlu’nun ve masadaşlarının Ali Yerlikaya’ya sunduğu desteğin iktidar paydaşları arasındaki çatışmayı derinleştirip onları bölmek ve böylece güçten düşürmek gibi “görünen” bir amacı bulunuyor. Öte yandan ise masadaşların kendilerinin beceremedikleri “restorasyon”u Erdoğan’ın eliyle yapmayı ve siyasal alanda kaybettikleri inisiyatifi peyderpey kazanmayı hedefledikleri görülüyor. Sunulan desteğin bir diğer yanı ise Kürtlere yönelik artan saldırıları onaylama anlamını da taşıyor. Bunlarla birlikte düzen içi muhalefetin “destekle” olsa da müdahil olduğu “ek durum”, kavganın şiddetine bir gerilim alanı daha katıyor. 

Ülke dışındaki savaş alanının yayılma potansiyeli içerideki gelişmeleri de etkilemekte. Batı’nın büyük destek sunduğu Kiev’in saldırılarına rağmen Rusya’nın Ukrayna’da kalabilmesi, Çin’in Orta Doğu’ya yönelik nüfuzunu artırması Türkiye’nin özellikle vurucu gücünün önemini artırıyor. Bu vurucu gücün dışarıda etkili olabilmesinin yolu da içeride gücünü yoğunlaştırmış olmasından geçiyor. Bu bağlamda Soylu-Bahçeli gibi istikrarsız, kontrol dışına çıkabilen, küçük hesapçı kişiliklerin olduğu bir yapı yerine Fidan-Kalın gibi istikrarlı, Batı ile uyuma özen gösteren ve “bölgesel” ve “küresel” hamle yapabilme becerisine sahip kişiliklere sahip blok öne çıkıyor. Nitekim Yerlikaya’nın o fotoğrafı koyması da o kişilerin orada bulunması da tesadüf değil.  

Bütün bunlarla birlikte Bahçeli’nin mesajı, Soylu-Bahçeli yapısının kolayca teslim olmayacaklarına ve direnerek ve olabildiğince güçlerini koruyarak geri çekilmeye çalışacaklarına işaret ediyor. Fakat bunun gerçekleşmesi halinde devlet krizinin önemli bir boyutunun derinleşmesi ve bir düzleminin çatlaması gibi sonuçlara yol açacak olması, gerçekleşmeme ihtimalini artırıyor. Gerçekleşmediği takdirde ise yapıdaki birkaç “büyük baş”ın tasfiyesi sorunu çözebilir. Ama ne bu tasfiyeler ne “direniş” ne de iç ve dış “destekler” devlet krizinin kısa ve orta vadede çözülebilme olasılığını değil aksine derinleşeceğini ortaya koyuyor. 

7 Ekim 2023 Cumartesi

Filistin’in Süren Mücadelesi “Yeni” Başlıyor

(El Yazmaları, 8 Ekim 2023)

2019 yılında KESK’in düzenlediği Ortadoğu Barış Konferansı’nda panelist olan Leyla Halid, “Sizin gibi devrimci ve Marksist biri Lübnan Hizbullahı gibi dinci bir örgütle birlikte nasıl mücadele edebiliyor?“ sorusuna şöyle cevap vermişti: “İsrail’e kurşun sıkan kim olursa olsun başımın üstünde yeri var.”

Yaşamını Filistin Devrimi’ne adayan ve mücadelesini hâlâ sürdüren Leyla Halid’in ikirciksiz ve gür bir sesle verdiği bu cevap, Filistinli örgütlerin gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı” saldırısı sonrasında kimi “ilericilerin” yazdıklarını boşa çıkartmaya zaten yeterli. Diğer yandan bu saldırı, önümüzdeki süreci belirleyecek ve yeni bir dönemi başlatacak bir dönüm noktası olma potansiyeline sahip.

Neden “Şimdi”?

Hedeflerinin net olması, İsrail istihbaratından saklanabilmesi ve havadan, karadan ve denizden olmak üzere çok yönlü saldırının olması Aksa Tufanı saldırısının büyük ve güçlü etki yaratmasına neden oldu. Saldırının bu kadar etkili olmasının ardında yatan en önemli nedenlerin başında ise “süreklilik” geliyor.

Netenyahu’nun 2009’da ikinci defa iktidara gelmesi ve iki devletli çözümü reddetmesiyle birlikte İsrail’in özellikle sivilleri hedef alan saldırıları artmış, böylece Filistin sorununun Filistin halkını tamamen yok ederek çözülmesi hedeflenmişti. O zamandan bu yana Filistin halkının ve örgütlerinin irili ufaklı direnişleriyle bu saldırılara karşı mücadele sürdürülmüştü. Fakat özellikle 2021 yılında İsrail’in Demir Kubbesi’nin yıkılmasında[1] halkın inisiyatif alarak öne çıkması ve bunun sonucunda sosyalistinden İslamcısına 14 örgütün bir araya gelerek Ortak Operasyon Odası’nı[2] kurması direnişinin büyüyeceğinin işaretini vermişti. Nitekim bulunduğumuz yılın ilk yarısında örgütsüz ve “öfkeli” gençlerin[3] gerçekleştirdiği etkili saldırılar da bunu ortaya koydu. Dolayısıyla Aksa Tufanı saldırısının “şimdi” gerçekleşmesi ve etkili olmasının en büyük nedeni süreklilik arz eden ve halkın öncülüğünde gerçekleşen direniştir. Bu da, her ne kadar örgütlü gücü ve kitlesel desteği diğerlerinden fazla olsa da, olayın “Hamas”ı da aşan bir olay olduğunu açıkça gösteriyor.

Halkın öncülüğünün yarattığı bir sonuç olarak süreklilik kazanan saldırılar ve Filistinli örgütlerin bir araya gelişi ise mücadelenin büyümesi ve yeni bir dönemin açılması ihtimalinin yüksek olmasını sağlıyor. Bu durum bir yandan küresel güçlerin müdahalesine yol açarak Orta Doğu halklarının daha fazla ölüm, kan ve gözyaşı dökmesine neden olabileceği gibi bir yandan da geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi halkların özgürleşmesini sağlayan anti-emperyalist ve sosyalist güçlerin tekrar inisiyatif kazanıp halkın öncülüğünü zafere taşıma ihtimalini de barındırıyor. Bu bağlamda Filistin halkının mücadelesini sahiplenmek sosyalist olmanın sorumluluğunu yerine getirmenin yanı sıra güncel politik bir görev olarak da karşımızda duruyor.

Sivillere Yönelik Şiddet

Aksa Tufanı saldırısının ardından gündeme gelen konulardan biri de sivillere yönelik şiddet. Saldırının ardından sosyal medyaya düşen görüntülerde sivillere ve naaşlarına uygulanan şiddetin tasvip edilecek bir yönü yok. Saldırının gerçekleştiği bölgelerin İsrail’in Filistin halkını ortadan kaldırmak adına işgal ettiği yerleşim yerleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Ve bu yerleşim yerlerindeki İsraillilerin büyük çoğunluğu özel olarak yetiştirilmiş ve savaş için ihtiyaç duyulan mühimmata sahip milisler. Nitekim sadece bu yıl 38’i çocuk olmak üzere 153 Filistinli[4] bu milisler tarafından katledildi.

Sartre, “Fanon’u okuyun. Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçaltı olduğunu anlayacaksınız.” demişti.[5] Ezilenlerin ve sömürülenlerin şiddeti kimi zaman yanlış ve hatalı yerlere yönelebilir, ama her zaman muhatabına yani ezenlere ve sömürenlere yöneliktir.

Dipnotlar:

[1] https://elyazmalari.com/2021/05/23/israilin-kubbesini-filistin-halki-yikti/

[2] https://sendika.org/2023/10/aksa-tufani-operasyonu-filistinde-neler-oluyor-693919

[3] https://www.bbc.com/turkce/articles/crge4x39575o

https://www.dw.com/tr/cenin-d%C3%B6rt-soruda-bilinmesi-gerekenler/a-66112034

[4] https://sendika.org/2023/10/aksa-tufani-operasyonu-filistinde-neler-oluyor-693919

[5] https://x.com/hdurkal1/status/1710590996197544156 

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...