1 Ağustos 2016 Pazartesi

İspanya’da Kriz Devam Ediyor

(Toplumsal Özgürlük, Ağustos 2016 sayısı)

Şiddetini artırarak devam eden kapitalizmin yapısal krizinin etkilediği ülkelerden biri olan İspanya’da, siyasi kriz de şiddetini artırarak devam ediyor. Aralık 2015 seçimlerinden sonra hükümetin kurulamaması üzerine İspanya 26 Haziran’da tekrar sandığa gitti. Fakat bu seçimde öncekisinden çok farklı sonuçlara yol açmayarak siyasi krizin giderek tırmanacağının belirtisini vermiş oldu. 

Siyasi kriz büyüyor 

26 Haziran’da yapılan seçimlerde sağcı Halk Partisi (PP), önceki seçime nazaran oylarını yüzde 4 artırarak yüzde 33 oy ve 137 milletvekilliği ile tekrar birinci çıktı. Sosyalist İşçi Parti (PSOE) ise oylarını yüzde 0.6 artırmasına rağmen 5 milletvekilliğini kaybederek yüzde 22.6 oy ve 85 milletvekilliği ile ikinci oldu. Önceki seçimde yüzde 20.7 oy ve 69 milletvekilliği ile üçüncü olan Podemos, önceki seçimde yüzde 3.7 oy ve 2 milletvekilliği kazanan Birleşik Sol ile ittifak kurarak seçimlere katıldı. Unidos Podemos (Birlikte başarabiliriz) adını alan bu ittifak yüzde 21.1 oy ve 71 milletvekilliği ile yine üçüncü oldu. 

Bu sonuçlarla, toplamda 350 milletvekilliğine sahip olan İspanya Meclisi’nde, Aralık seçimlerinde olduğu gibi, hiçbir parti tek başına iktidar olacak milletvekilliği sayısına ulaşamamış oldu. Avrupa sermayesi, Almanya’da olduğu gibi, Halk Partisi ve Sosyalist İşçi Parti’nin oluşturacağı “büyük koalisyonu” isterken yapılan görüşmelerden sonra Sosyalist İşçi Partisi herhangi bir koalisyona katılmayacağını belirtti. Böylece Halk Parti’nin hükümet kurma olasılığı oldukça zayıflıyor. Öte yandan diğer partilerin de bir koalisyona yanaşmaması siyasi krizin devam ettiğini ve bu seçimlerin de bu krize çare olamadığını gösteriyor. 

Unidos Podemos’un hayal kırıklığı 

Bu seçimlerin en büyük hayal kırıklığı ise Unidos Podemos oldu. Kemer sıkma politikalarına karşı 2011 yılında sokaklara dökülen gençliğin başını çektiği Öfkeliler hareketinin önde gelen isimlerinden biri olan Pablo Iglesias’ın liderliğini yapan Podemos, Aralık seçiminde büyük bir başarıyla üçüncü olmuştu. Podemos hareketi bu seçime mutlak iktidar hedefiyle hazırlanarak çeşitli komünist-sosyalist parti ve grupların oluşturduğu Birleşik Sol ile ittifak yaptı. Diğer yandan da Sosyalist İşçi Partisi ile olası bir koalisyonun ve bu koalisyondaki bakanlıkların hesapları yapılmaya başlandı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve ikinci olması beklenen Unidos Podemos ittifakı hem üçüncü oldu hem de yaklaşık bir milyon oy kaybetti. Unidos Podemos’un başarısızlığının ardında yatan nedenlerden biri, kendisini meydana getiren sokak hareketinden ayağını “kısmen” çekmesi. 

Her ne kadar gençlerin hala büyük bir desteğine sahip olsa da Podemos gerek popülizmin gerekse iktidarın çekiciliğine kapılarak hesaplara girişmesi Podemos’un handikaplarından birini oluşturdu. Ayrıca Podemos’un parti duruşu ve örgütsel disiplin gibi “sıkı duruşlara” mesafeli olması, bu handikapların oluşmasında önemli bir etken oldu. 

İspanya halkının yönelimi önemli 

Diğer yandan Birleşik Sol hareketinin lideri, İspanya Komünist Partisi üyesi ve Öfkeliler Hareketi’nin önde gelen isimlerinden biri olan Alberto Garzon’un isminin giderek öne çıkmasının nedenlerinden biri de kitlelere yakın bir isim olması. Alberto Garzon “Biz daha ortodoksuz. Sınıf mücadelesine inanmaya devam ediyoruz ve kapitalizmin alt edilmesi gereken bir sistem olduğuna inanıyoruz. Onlar (Podemos) post-Marksistler. Ancak aynı yörüngeye, aynı köklere sahibiz” diyerek Unidos Podemos içindeki “farklılıkları” ortaya koydu. 

Bununla birlikte zenginlere yüksek vergi oranları, vatandaşa asgari gelir garantisi, sağlık ve eğitim sektöründeki bütçe kesintilerinin geri alınması, sendikaların toplu sözleşme haklarının geri verilmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi gibi vaatleri İspanya halkından ilgi görmeye devam eden Unidos Podemos, bu politikalarını devam ettirdiği takdirde, kapitalizmin krizinin devam etmesinden dolayı kendisine olan yönelim sağlamlaşarak devam edebilir. Diğer yandan bu sonuçların sol hareket içinde, sokakla ve kitlelerle birlikte olma, örgütsel duruş sağlama ve sisteme karşı devrimci tavır alma konularında önemli tartışmalara ve tavırlara da yol açacaktır. 


Fransa’da ‘Olağanüstü’ Zamanlar

(Toplumsal Özgürlük, Ağustos 2016 sayısı)

Charlie Hebdo ve Paris katliamlarından sonra Fransa, 14 Temmuz günü Nice kentinde son yıllardaki üçüncü büyük katliamı yaşadı. 14 Temmuz Ulusal Bayramı’nı kutlayan kitleye giren tır 84 kişinin ölümüne neden oldu. Saldırıyı IŞİD üstlenirken, tırı kullanan kişinin Tunus asıllı Muhammed Lahouaiej Bouhlel oldu ortaya çıktı. 

Fransa IŞİD’in yeni savaş merkezi 

Son bir yıl içerisinde Suriye ve Irak’ta büyük yenilgiler yaşayan IŞİD, savaşın yörüngesini Avrupa’ya döndürdü. Özellikle 13 Kasım 2015’teki Paris katliamından bu yana başta Fransa olmak üzere Avrupa’da saldırılarına devam eden IŞİD, bir yandan Ortadoğu’daki yenilgi sürecini durdurmak veya yavaşlatmak isterken, diğer yandan Avrupa’daki mutsuz, ötekileştirilmiş Müslümanları kazanmaya çalıştığı görülüyor. Avrupa’da, özellikle de Fransa’da sağın yükselmesiyle Müslümanlara yönelik olumsuz bakış ve davranışların giderek arttığı görülüyor. Genellikle Cezayir ve Tunus gibi eski Fransız sömürgesi olan ülkelerden gelen Müslümanlar, uzun yıllardır yoğun emek sömürüsüne maruz kalmakla birlikte getto ve banliyölerde yaşamaya zorlanarak ötekileştirilmeye uğratmaktaydılar. Buna ek olarak sağın İslamofobik ve ırkçı davranışları yoksul Müslümanların öfke ve şiddetini giderek arttırıyor. 2000’li yıllarda banliyö ve gettolarda ırkçılık karşıtı isyanlarla dile getirilen bu öfke, giderek IŞİD’in kullandığı bir alan haline geliyor. Nitekim 26 Temmuz’da Rouen kentinde kiliseye yapılan ve rahibin öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıyı da üstlenen IŞİD’in, savaşı “dinler arası” veya “medeniyetler arası” boyuta çekmeye çalıştığı görülüyor. Öte yandan Fransız sağının ve kısmen solun bir bölümünün de saldırıların “Batı medeniyetine”, “sekülarizme” karşı yapıldığını söylemesi de IŞİD’in ekmeğine yağ sürüyor. 

Fransa’da OHAL işçileri ve öğrencileri hedefliyor 

13 Kasım’daki IŞİD saldırısından sonra ilan edilen OHAL, giderek uzatılmış ve Temmuz ayı sonunda bitirileceği açıklanmıştı. Nice saldırısıyla birlikte OHAL tekrar uzatıldı ve ne zaman biteceğine dair bir belirti görülmüyor. Şunu da hatırlatması fayda var: IŞİD’in ya da IŞİD’in mesajları içsellestirmiş olan insanların son saldırıları OHAL koşullarında gerçekleştirildi. Yani, OHAL bu tür olayları engelleyemedi. 

Bununla birlikte son gelişmeler OHAL’in sadece IŞİD’e yönelik değil, Fransa’daki işçilere ve öğrencilere yönelik olduğunu gösteriyor. Nisan ayı başında yeni çalışma yasasına karşı başlatılan grevler ve gösteriler bütün Fransa’ya yayılmış, Avrupa Futbol Şampiyonası’na rağmen devam etmişti. Ayrıca öğrencilerin ve gençliğin de katılımıyla direniş giderek büyümüş ve sokaklar direnişçiler tarafından zapt edilmişti. Bu OHAL kapsamında Fransa devletinin, direnişlerini engelleyemediği işçileri ve öğrencileri hedef alacağı gözüküyor. Fransa hükümeti OHAL bahanesiyle gittikçe demokratik hakları kısalttı ve böylesine gerçek hedefi ne ve kim olduğunu net gösterdi. 

Ve görüyoruz ki: Fransa hükümeti OHAL ve terörizm tartışmalarını kullandı ve toplumun %60 aşkın istemediği yeni iş yasasını geçirdi. Bunu başarmak için başbakan Valls anayasanın 49.3 maddesindenden yararlandı ve meclisten bağımsız olarak bu yasayı geçirdi. 

Fransa’nın açmazları 

Fransa’nın problemi IŞİD gibi düşmanlar değildir. Fransa’nın problemleri kapitalist ve emperyalist düzenin derinleşen krizi ve Fransa’nın bu düzenin içindeki konumlanışından doğuyor. 

Kapitalizmin yapısal krizinden en çok etkilenen merkez ekonomilerinden biri olan Fransa, hem krizden çıkış için hem de AB içindeki geleneksel rakibi Almanya ile rekabet edebilmek için dışarıda emperyalist politikalara içeride ise emeğe karşı saldırılara yöneliyor. Kaddafi Libya’sına yönelik saldırılara öncülük eden ve Libya petrollerine kısmen el koyan Fransa Suriye’de aktif rol üstlenmeye çalışıyor. Fransa’nın bu emperyalist hamleleri IŞİD katliamlarıyla kendine dönmekle birlikte içerideki toplumsal katmanlar arasında çatlağa neden oluyor. Bu emperyalist hamlelerle bir bütünlük taşıyan işçi sınıfına yönelik saldırılar ise büyük bir direnişle karşılaşıyor. Fransa giderek tarihsel açıdan “olağanüstü” bir döneme giriyor ve bu dönemin nasıl biçimleneceğini Fransız işçi sınıfı, emekçileri ve öğrencilerinin direnişi belirleyecek. 


Kürt Hareketi Devleti Masaya Zorluyor

(Toplumsal Özgürlük, Ağustos 2016 sayısı)

15 Temmuz askeri darbe girişimi, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi düzlemi parçalamakla birlikte, uzun zaman alacak bir biçimsizliğin/düzensizliğin de önünü açmış bulunuyor. Oluşacak yeni siyasi düzleme damgasını vurmak isteyen hareketler/ güçler ise biçimsizlik/düzensizlik sürecinde olabildiğince inisiyatif almaya çalışıyorlar. 

Yaklaşık 40 yıldır mücadele veren Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) de, örgütlü ve dinamik yapısıyla bu süreçteki en önemli güçlerinden biri olarak önümüzde duruyor. 

Yapılan açıklamalarda KÖH’ün, olası bir darbe girişimini beklediği görülüyor. 

İç dinamikler 

KÖH, Abdullah Öcalan’ın belirttiği darbe olasılığının gerçekleştiğini belirterek, AKP/Erdoğan’ın bu darbe girişiminin sorumlusu olduğunu söylüyor. 

Nitekim, İmralı’da yapılan çözüm süreci görüşmelerinin yayınlanan tutanaklarında Abdullah Öcalan, eğer bu süreç başarıya ulaşmazsa darbe mekaniğinin devreye gireceğini sıklıkla belirtiyor. 

Bununla birlikte KÖH, 1 Kasım seçim darbesi başta olmak üzere 24 Temmuz’da başlayan Erdoğan darbesinin bu darbe girişimine yol açtığını ileri sürüyor.

KÖH, bu girişimde “iç dinamiğin” etkisinin büyük olduğunu vurguladı ve demokratikleşme olmadığı takdirde darbe dinamiğinin tekrar aktifleşebileceğinin uyarısını yaptı. 

Dolayısıyla, KÖH’ün gerek yapılan açıklamalarla gerekse “ne askeri darbe ne sivil darbe, demokratik cumhuriyet” söylemiyle net bir tutum aldığını görmekteyiz. 

KÖH savaşı sürdürüyor 

Öte yandan 15 Temmuz öncesinde saldırıları süreklilik kazanan HPG’nin, darbeden sonraki üç günde hiç eylem yapmaması, devlete yönelik bir «mesaj» olabilir. Fakat devlet güçlerinin bu mesajı almadığını/görmek istemediğini/ kabul etmediği görülüyor. Nitekim bu üç günün sonrasında başlayan saldırılar Temmuz sonunda giderek şiddetini arttırarak büyütmüş durumda. Kırsalda HPG’nin, şehirde de YPS’nin özellikle Van-Hakkari-Mardin üçgeni içerisinden saldırılarını yoğunlaştırdığı görülüyor. 

İleriye doğru 

YPS ve HPG’nin saldırılarında alan hakimiyetinden ziyade güvenlik güçlerini hedef almayı tercih ettiği görülüyor. Yapılan saldırılarla KÖH’ün bu kaotik durumdan faydalanıp alan/ mevzi kazanmaktan çok, devleti tekrar masaya çekme amacı güttüğü öngörülebilir. KÖH, aynı zamanda devlete özyönetim direnişlerinden güçlü çıktığını, sanılanın aksine “çökmediğini” kanıtlamayı, şimdiden sonra da, devletin düştüğü krizi daha derinleştirerek içinden çıkılmaz hale getirebileceğini göstermek istediğini söyleyebiliriz.

KÖH’ün yaptığı açıklamalar ve eylemlerle hem müzakereye hem de savaşa hazır olduğu izlenimi verdiğini görüyoruz. Darbe girişimiyle büyük yara alan devletin buna “şimdilik” cevapsız kaldığını, önceliği içerideki “temizlemeye” verdiğini söyleyebiliriz. 

Kritik bir moment 

Fakat gerek bölgedeki savaş durumu gerekse devlet sathındaki durmak bir yana genişleme riski taşıyan kriz hali, devletin KÖH’e karşı uzun süre sessiz kalmayacağını ve devletin alacağı kararla hem kendi varoluşu hem de KÖH’ün tarihsel varoluşunu belirleyeceği kritik bir momentte olunduğu görülüyor. 

OHAL ve Öcalan süreci belirleyecek

15 Temmuz askeri darbe girişimi sonrası hızla cadı avına başlayarak 18 bin kişiyi gözaltına alan, 50 binden fazla kamu görevlisini de açığa alan AKP/Erdoğan rejimi, bununla yetinmeyerek bütün Türkiye’de Olağanüstü Hal (OHAL) ilan etti. Senelerdir Kürt illerinden kimi zaman “resmi” olarak bittiği ilan edilse de fiilen devam eden OHAL böylece bütün yurt sathına yayılmış oldu. 

Bu cadı avı “şimdilik” cemaat ve yandaşlarıyla sınırlı kalsa da (fırsattan istifade kimi muhalifleri de hedef almakla birlikte) yurtsever/ devrimci/demokrat çevrelerin üstünde bir Demokles kılıcı olarak durmaya devam ediyor.

Darbe girişimi öncesi ifadeye çağrılan HDP milletvekillerinin işlemleri şimdilik durmuş durumda olsa da (savcıların “yoğunluğundan” kaynaklı olarak), OHAL’in üç aylık bir süresi olması sıranın yurtsever/devrimci/demokrat çevrelere gelmesi için yeterli bir süre özelliğini taşıyor. OHAL süreci, HDP milletvekillerine yönelik tutuklamaların önünü açmakla birlikte HDP/DBP belediyelerine de kayyum atanmasını sağlama açısından “hukuki” rahatlık sunabilir. 

Öcalan’a yaklaşım önem kazanıyor 

Her ne kadar devlet yetkilileri OHAL sürecinde hedefin Fethullahçılar olacağını belirtseler de, özellikle Abdullah Öcalan’a yönelik yaklaşım dikkat çekiyor. Darbe sonrasında avukatların ve ailenin yaptığı başvurulara rağmen Öcalan’la görüşmenin yapılmaması ve Öcalan’a gönderilen gazetelerin geri iade edilmesi, darbeden önceki yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Bir yılı aşkın süredir Öcalan’la kimseyi görüştürmeyen devletin, KÖH’ün saldırıları karşısında Öcalan’ı elindeki en iyi “koz” olarak korumayı devam etmeye çalıştığı görülüyor. Öte yandan devletin Öcalan’la görüştüğü yönünde çıkan “fısıltılar” ise, bir yönüyle olası bir halk hareketinin önüne geçme anlamı taşımakla birlikte, diğer yönüyle Öcalan’la ön görüşmelerin başladığını/başlayabileceğini gösteriyor. 

Kürt illerinde başlayan “Öcalan’a Özgürlük” nöbetleri de KÖH’ün, olası görüşmelerde Öcalan’ı adres göstermekle birlikte aynı zamanda müzakerelerin “Öcalan’a Özgürlük” gündemini önde tutarak başlatılması niyetini belirtiyor. Dolayısıyla, devletin Öcalan’a olan tutumu önümüzdeki sürecin gidişatı açısından belirleyici olacaktır. 

Devlet çatlağı 

Devletin içindeki çatlağın derinliği, “gizliden” yürüyen iç pazarlıklar ve çatışmalarla birlikte krizin yakında biteceği görülmemesi, KÖH’e karşı devletin işini zorlaştırıyor.

Öte yandan, merkez karargahı Malatya’da bulunan ve Kürt illerinden sorumlu olan 2. Ordu’nun komutanı ve Sur-Cizre operasyonlarının başındaki «kahraman» olan Adem Huduti’nin ve başta Şırnak’takiler olmak üzere PKK ile savaşan yüzlerce askerin tutuklanmasıyla devletin Kürt illerindeki askeri gücünün önemli oranda azaldığı açıktır. 

Tam da bu sebeple, devletin bu süreçte iki cephede savaşmak yerine kendi içindeki krizi halletmeyi öne aldığını, KÖH’e karşı şimdilik savunma pozisyonunda olduğu görülüyor. Devlet, savunmayı KÖH’e hiç taviz vermeden ve sadece vakit kazanmaya yönelik bir zeminde yürütüyor. 

Düğümün çözümü 

Öte yandan, KÖH’ün de, Kürt illerinin yanı sıra Karadeniz’de de başlayan saldırılarla, devleti baskı altına almaya, sürecekse savaştaki pozisyonunu güçlendirmeye ya da yeniden «görüşmeler» başlayacaksa da masaya güçlü oturmaya çalıştığı görülüyor. 

Belli ki, düğümün çözümü Öcalan’da! 

Minbic operasyonu kritik eşikte 

1 Haziran’da başlayan Minbic’i özgürleştirme operasyonu bütün hızıyla devam ediyor. IŞİD’in en önemli nefes borularından biri olan Türkiye sınırına en yakın kent Minbic, hem IŞİD hem de Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve YPG açısından, Rojava’da süren savaşın tarihsel moment noktası olma özelliği taşıyor. Minbic’i kontrolü altına alacak olan güç, hem stratejik açıdan hem de moral açıdan savaşta büyük bir üstünlük kazanmış olacak. 

2009 yılında nüfusu 75 bin olan Minbic, savaşla birlikte gelen göç dalgasından dolayı nüfusu 120 bine kadar çıktı. 2012 Temmuz’unda muhalif güçlerin hakimiyetine geçen Minbic, 2014 Ocak ayında ise IŞİD’in eline geçmişti. Haziran 2015’te YPG’nin Tel Abyad’ı (Girê Spî) almasıyla Kobanê ve Cizîrê kantonlarını birleştirmiş ve Kobanê ile Efrîn kantonlarını birleştirmeye yönelinmişti. Türkiye’nin baskıları sonucunda ertelenen operasyon, çoğunluğun YPG’li olmaması şartıyla Haziran ayında başlamıştı. 

Sivillerin varlığı operasyonu etkiliyor 

Operasyonun başladığı günden bu yana yüzlerce köy ve mezra kurtarılmakla birlikte, şehir merkezindeki çatışmalar bütün hızıyla devam ediyor. Şehri tamamen kuşatma altına alan SDG’nin, kentte oldukça fazla sayıda sivil bulunmasından kaynaklı yavaş ve dikkatli hareket ettiği görülüyor. Şehir merkezini yaklaşık bir aydır kuşatan ve neredeyse bina bina ilerleyerek sivil kayıplarının olabildiğince az olmasına çalıştığını açıklayan SDG, “hızlı” bir özgürleştirmeden çok halkı ön plana aldığını belirtiyor. 

Öte yandan operasyonun başlangıcından bu yana 3 binden fazla sivilin kurtarılmış olması IŞİD çetelerinin bu kuşatmaya karşı sivilleri kalkan olarak kullanmakta ne kadar da cani olabileceklerinin göstergesi. Sivillerin kalkan olarak kullanılması IŞİD çetelerinin hava saldırılarından da kısmen kurtulmasını da sağlıyor. Son günlerde ABD’nin öncülü olduğu koalisyon uçaklarının onlarca sivilin ölümüne neden olduğu da görülüyor. Dolayısıyla bir yanda IŞİD, bir yanda koalisyon uçaklarının sivilleri hedef alması ve öte yandan da uzayan kuşatma süresi SDG açısından baskı oluşturuyor. Bununla birlikte Türkiye’de yaşanan darbe girişimi sonucunda Türkiye’nin Rojava’ya yönelik hamlelerde “geçici” olarak devre dışı kalmış olması da kantonların birleştirilmesi için önemli bir zaman kazandırıyor.

Minbic kuşatmasının hızla ve başarıyla bitirilmesi hem kantonların birleştirilmesi, hem de IŞİD’e karşı mücadelede giderek büyük bir önem arz ediyor. Minbic’in özgürleştirilmesi, hem KÖH hem de Rojava için tarihsel açıdan oldukça kritik ve önemli bir eşik durumunda bulunuyor. 

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...