Çevirenin Notu: Nicolas Krassó’nun “Troçki’nin Marksizmi” adlı makalesi New Left Review’in Temmuz-Ağustos 1967 tarihli 44. sayısında yayımlanmıştı. Ken Tarbuck’un bu makaleyi eleştirdiği “Troçki'nin Marksizmi: Nicolas Krassó'ya Yanıt” başlıklı makalesi Bulletin of Marxist Studies dergisinin Sonbahar 1968 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştı.
1930-1995 yılları arasında yaşamış olan Ken Tarbuck, 1947'de
Birmingham'daki Devrimci Komünist Parti'ye katılarak devrimci mücadelesine
başlamıştır. Çeşitli Troçkist gruplarda mücadelesini sürdürmüş olan Tarbuck,
İngiltere’de Buharin hakkında yaptığı çalışmalarla da tanınmaktadır.
Editörün Notu: Bu makale ilk olarak Ekim 1967'de New
Left Review (NLR) dergisinin 44. sayısında yayımlanan bir makaleye yanıt
olarak yazılmıştır. NLR dergisinde yayımlanmak üzere gönderilmiş ve
geçici olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, henüz yayımlanmamıştır. Nicolas
Krassó'ya bir yanıt, Ernest Mandel tarafından NLR dergisinin 47.
sayısında yayımlanmıştır ve okuyucuların bu makaleyi ve orijinal makaleyi
edinmeleri çok yararlı olacaktır. Tartışmalı noktalar NLR'nin
sayfalarının ötesinde bir öneme sahip olduğundan, bu makale kendi başına bir
değer taşımaktadır. Troçki'nin Marksizm tarihinde yeri, hâlâ güncel bir
öneme sahiptir.
Orijinal makale ve yanıt yazıldığından bu yana, Troçki'nin
katkısının geçerliliğini ve bugünün siyaseti için önemini gösteren büyük
olaylar meydana geldi. Hem Fransa'daki hem de Çekoslovakya'daki olaylar, her
biri kendi tarzında, Troçkizmin bugünün dünyası için önemini gösterdi.
Bu makale, Ekim 1967'de NLR'ye ilk kez gönderilen
versiyonundan biraz değiştirilmiştir. Ancak, esas itibariyle hâlâ o zaman
yazıldığı haliyle geçerlidir.
***
Nicolas Krassó'nun Troçki'nin Marksizm tarihindeki yerini
değerlendirmeye çalışan makalesi hem çok uzun hem de çok kısaydı. Tarihe damga
vuran olaylarla dolu, çok uzun bir zaman dilimini kapsamaya çalışması anlamında
çok uzundu; ama ele alınan konunun doğası gereği neredeyse her noktaya sadece
genel bir şekilde değinilebilmesi nedeniyle çok kısaydı. Belki de böyle bir
tartışmayı başlatmanın bedeli budur. Ancak bu, bu yanıtın yazılmasında bazı
sorunlara yol açtı, çünkü her noktaya değinilip tartışılamadı, sadece merkezi
konularla önemli bir ilgisi olanlar ele alınabildi.
Sürekli Devrim
Ele almak istediğim ilk nokta, Troçki'nin sürekli devrim
teorisi meselesidir. Nicolas Krassó bunu, "her zaman ve her yerde sürekli
bir yangın fikrini çağrıştıran, metafizik bir ayaklanma karnavalı olan,
Troçki'nin hem muhaliflerinin hem de takipçilerinin polemiklerinde çarpıtılmaya
yol açan beceriksiz bir tanım" olarak nitelendiriyor. Troçki'nin
formülünün, Rus devriminin karakteri ile devrimin uluslararası yayılma
olmaksızın varlığını sürdürebilme yeteneği gibi iki farklı sorunu birbirine
karıştırdığı söyleniyor.[1]
Nicolas Krassó, "bu sürecin gayrimeşru niteliğinin çok
açık olduğunu" savunuyor, ama öyle mi gerçekten? Sorunun gayrimeşru bir
şekilde ortaya konması, ancak meseleyi biçimsel ve mantıksal bir konumdan ele
alanlar için geçerlidir. Düşmanca bir kapitalist dünyada başarılı bir devrimin
hayatta kalması ya da kalmaması sorunu, o devrimin karakterine bağlıydı.
Kapitalist dünyanın genel olarak, özellikle de Müttefik Devletlerin Şubat
devrimine ve Ekim devrimine tepkilerini karşılaştırırsak, itiraz edilen bu
çelişkinin gerçek hayatta da yaşandığını görürüz. Bu düşmanlık, Bolşeviklerin
barış talep etmesinden dolayı ortaya çıkmadı, Almanya'nın yenilgisinden sonra
müdahaleler devam etti ve yoğunluğu arttı. Nicolas Krassó, Kerenski iktidarda
kalmış olsaydı, bunun tüm sonuçlarıyla birlikte, yine de müdahaleler olacağını
mı, ya da diğer yandan, gerçekleşen (ve hâlâ devam eden) müdahalelerin sadece
tesadüfi olduğunu mu öne sürecek? Emperyalist müdahalelerle ilgili bütün
deneyimlerimizden sonra, bugün herhangi bir devrimin bu iki yönünü birbirinden
ayırmaya çalışmak, tartışmayı yarım asır geriye götürmek demektir.
Dahası, Küba'nın canlı deneyiminden de görülebileceği gibi,
belirli bir zamanda ve yerde uluslararası koşullar, bir devrimin niteliğini ve
kapsamını belirlemeye yardımcı olur. Bu deneyimin incelenmesi, bu
devrimin özel seyrinin, ABD emperyalizminin müdahalesi ve işçi devletlerinden
devrimci rejime sağlanan destekten derinden etkilendiğini gösterecektir.
Dikkate alınması gereken başka bir yön daha vardır, bu da zafer kazanan bir
işçi devriminin yaratacağı ve yarattığı uluslararası etkileridir. Sürekli
devrim teorisinin bu yönü, devrimlerin izole bir şekilde gerçekleşmediğini,
uluslararası bir sürecin parçası olduğunu ima eder. Bu önermenin geçerliliği
için yine 1945'ten bu yana yaşanan deneyimlere bakılabilir. 1949'daki Çin
devriminin ve 1959'daki Küba devriminin zaferi, birbirinden bağımsız iki ayrı
olay değil, Marx ve Troçki'nin yazdıkları sürekli devrimin parçalarıdır.
Nicolas Krassó, "metafizik ayaklanma karnavalı" ifadesini kullanmış
ve bunun Troçki'nin de görüşü olduğu varsayımından hareket etmiştir. Bu,
Troçki'nin gerçek görüşlerinin tamamen çarpıtılmasıdır. Troçki'nin bu
konuda kendi adına "konuşmasına" izin verilmemesi ilginçtir, belki de
Sovyetler Birliği'nin ancak "Batı Avrupa'da eşzamanlı devrimlerle"
kurtarılabileceğini söylediğini kanıtlayacak hiçbir alıntı bulunamadığı
içindir. Troçki'nin yazılarında böyle bir saçmalığa rastlanmaz. Deutscher, sürekli
devrimin dengeli bir sentezini şu sözlerle sunmuştur:
Troçki'nin teorisi, aslında,
dünyanın (bu geç kapitalist dönemde) yaşadığı tüm devrimlerin, tek bir devrimci
sürecin birbirine bağlı ve birbirine bağımlı parçaları olarak temsil edildiği
derin ve kapsamlı bir kavramdır. En geniş anlamıyla ifade etmek gerekirse,
Troçki, yüzyılımızın toplumsal ayaklanmalarını, çeşitli medeniyet düzeylerinde
ve en farklı toplumsal yapılarda ilerliyor olsalar da, çeşitli aşamaları zaman
ve mekân olarak birbirinden ayrılmış olsalar da, küresel ölçekte ve nitelikte
görmektedir. (The Age of Permanent Revolution: A Trotsky Anthology, s.
19)[2]
Nicolas Krassó'nun sürekli devrim teorisini çürütme
girişimi, modern dünyadaki yaşam sürecini çürütme girişimidir. Bu teori artık
sadece kitap sayfalarında yaşayan bir teori değildir. 1917'den bu yana deneysel
doğrulamaya tabi tutulmuş ve bu süreçte onaylanmıştır.
Tek Ülkede Sosyalizm
Nicolas Krassó'nun sürekli devrim konusundaki karmaşık
düşünceleri, onu "Tek Ülkede Sosyalizm" konusunda tarihsel ve teorik
bir potpori sunmaya itiyor. Bize şöyle denir:
Batı'da genel olarak devrimlerin
olup olmayacağı konusunda spekülasyon yapmak naif bir davranıştı. Bolşevik
stratejisi, Avrupa'da bir devrimin gerçekleşeceği varsayımına
dayandırılmamalıydı; ancak bu olasılık da göz ardı edilmemeliydi. Ancak
Lenin'in ölümünden sonra bu diyalektik tutum dağıldı...
Bu, Lenin'e benimsemediği bir görüşü atfediyor. Lenin,
birçok kez açıkça "dünya emperyalizmi, zafer kazanan ve ilerleyen bir
sosyal devrimle yan yana yaşayamaz" dedi. 23 Nisan 1918'de Lenin şöyle
dedi: "Geri kalmışlığımız bizi ileriye itti ve diğer ülkelerin ayaklanan
işçilerinin güçlü desteğini alana kadar dayanamazsak yok olacağız."[3]
Bu ve daha birçok atıf, Lenin’i izole bir işçi devletinin uzun süre hayatta
kalamayacağını düşünenlerin safına sokmaktadır. Nicolas Krassó'nun ima ettiği
gibi, Bolşevikler Batı'daki devrime karşı kayıtsız bir tutum sergilemişlerse
(buna diyalektik demek dilin kötüye kullanılmasıdır), neden Üçüncü
Enternasyonal'in kurulması için bu kadar hevesliydiler? Dahası, Üçüncü
Enternasyonal Batı'daki devrimler hakkında "spekülasyon" yapmıyordu,
aksine Lenin de dahil olmak üzere neredeyse tüm önde gelen Bolşevikler tarafından
çok somut ve aktif bir şekilde dünya devrimi partisi olarak görülüyordu.
Nitekim, Rus Devrimi'nin ilk günlerine dair herhangi bir okuma, bunun
Batı'daki devrimin öncüsü olarak görüldüğünü çok açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Ancak, 1920'lerde Sol Muhalefet'in karşı çıktığı "Tek
Ülkede Sosyalizm"in tek yönü bu değildi. Diğer yönü, sosyalizmden
bahsedildiğinde tasavvur edilen toplum tipiyle ilgileniyordu. Muhalefetin çıkış
noktası, kapitalizmin bir dünya pazarı, dünya ekonomisi ve dünya çapında bir iş
bölümü yaratmış olmasıydı. Bu nedenle, emperyalizm çağında ulusal sınırlar
üretici güçlerin gelişimi üzerinde giderek daha kısıtlayıcı hale geliyordu.
Sosyalizm, maddi refah standartlarının kapitalizmdekinden çok daha üstün olacağı
ve insanların rutin angaryalardan kurtulacağı bir ölçekte üretici güçleri
geliştirecekse, bu uluslararası iş bölümünün çok daha yüksek bir düzeye taşınmasını
gerektirecekti. Geri kalmış Rusya'da sosyalizmin inşasından söz etmek, esasen
gerici ve ütopik bir fikirdi; bu, uluslararası devrim perspektifinden
vazgeçilmesini ve bununla birlikte geri kalmış bir işçi devleti için en iyi
savunmanın terk edilmesi anlamına geliyordu.
Entelektüeller ve Sosyalizm
Nicolas Krassó'nun bu bölümde izlediği argüman oldukça muğlaktır.
Troçki'yi entelektüellere karşı şiddetli bir düşmanlık beslemekle suçlayarak,
1910'da yazılmış bir makaleyi kanıt olarak sunmuştur. Troçki'nin
entelektüelleri "tamamen Leninizm öncesi bir şekilde" gördüğü ve bu
nedenle görüşlerinin Marksist olmadığı söylenmektedir! Lenin'i bir ikon olarak
göstermenin yanı sıra, bu yorum çok yanıltıcıdır. Troçki, söz konusu makalede,
entelektüellerin kapitalist toplumdaki toplumsal bir tabaka olarak
rolünü analiz ediyordu. Buna karşılık Lenin, bu ortamdan kopan ve devrimci olan
entelektüeller hakkında yazmış ve faaliyetlerini bu yönde yönlendirmiştir.
Troçki, entelektüelleri tamamen reddetmedi, onların
sosyalizme doğru ilerleyecekleri koşulları ortaya koydu. Şöyle dedi:
Entelektüeller, kolektivizmin yakın
zamanda zafer kazanmasının muhtemel olduğunu görmeleri için bir neden
verilirse, kolektivizm onlara farklı, uzak ve yabancı bir sınıfın ideali olarak
değil, yakın ve somut bir gerçeklik olarak görünürse ve son olarak, burjuvazi
ile siyasi kopuşun her bir entelektüel için ayrı ayrı ciddi maddi ve manevi
sonuçlar doğurmaması koşuluyla kolektivizme geçebilirler.[4]
Burada Troçki'nin, entelektüelleri şekillendiren koşullar ve
onların işçi sınıfıyla ittifak kurmasını engelleyen güçlerle ilgilendiği
açıktır. Bugün, özellikle burada, Britanya'da, bu koşulların o kadar da acil
olmadığı kesinlikle savunulabilir. Ancak bu koşulların artık hiç geçerli
olmadığını varsaymak akıllıca olmaz.
Troçki'nin bu yazıyı 1910'da yazdığını ve entelektüellerin
işçi sınıfına karşı rol ve tutumlarına ilişkin değerlendirmesinin gerçekçi
olduğunu da hatırlamakta fayda var. Örneğin, 1910'daki İngiliz işçi hareketine
bakıldığında, Webbs ve diğerleri hariç, entelektüellerin bir toplumsal
tabaka olarak çok az rol oynadıkları görülebilir. 1918'den sonra
entelektüellerin bir kısmı İşçi Partisi'ne katıldıklarında, egemen işçi
hareketini daha da yozlaştırdılar. Ancak, bugün bile entelektüellerin, bir toplumsal
tabaka olarak, Britanya'da sosyalizme, hatta devrimci sosyalizme değil,
İşçi Partisi'nin sosyalizmine bile kararlı bir şekilde geçmedikleri
unutulmamalıdır. Entelektüeller bireysel olarak bir işçi partisine bağlılık
gösterdiklerinde, parti içinde kritik bir rol oynadıkları açıktır. Bugün
daha fazla entelektüel sosyalizme bağlılık gösteriyorsa, bu Troçki'nin
yanıldığını mı kanıtlar? Onu bir tür İncil veya Kutsal Kitap olarak okumaya
çalışırsak, elbette kanıtlar. Ancak Ekim, Çin ve Küba devrimlerini dikkate
alırsak, onun yanıldığını kanıtlamaz. Kolektivizm artık uzak bir ideal değil,
yaşayan bir gerçekliktir. Öte yandan, bu üç devrimin de verdiği derslerden
biri, mülksüzleştirilmiş egemen sınıfla birlikte, çok sayıda entelektüelin de
kaçarak yeni rejimlere düşmanca tavırlar almasıdır. 1917'den sonra Rusya'da
kalanlar bile özel ayrıcalıklarla ikna edilmek zorunda kalınmıştır. Onlara
karşı sert bir düşmanlık beslemek, onların toplumdaki konumları hakkındaki
gerçeği kabul etmek anlamına gelmez. Bu konum, onların egemen sınıfın hegemonyacı
ideolojisi tarafından yönetildikleri ve bu ideolojinin devam etmesine yardımcı
olduklarıdır.
Gramsci'nin devrimci bir parti tarafından üretilen yeni
bir entelektüel türü kavramını, entelektüellerin bir toplumsal tabaka olarak
tartışılmasına dahil etmeye çalışmak, konuyu bulanıklaştırmaktır. Bireysel
entelektüelin rolü ile entelektüellerin rolü, açıkça ilişkili olsalar da, ayrı
sorunlardır. Nicolas Krassó, "parti... özerk bir yapı... iki farklı
olguyu, yani entelektüelleri ve işçi sınıfını yeniden birleştirir ve
dönüştürür" diye yazıyor. Bu gerçekten tuhaf bir ifade. Özerk bir
yapı olan parti, iki sınıfı nasıl yeniden birleştirebilir? Bu
özerk yapı böyle bir başarıya imza atarsa, özerk olmaktan çıkar ve sınıf
ile parti eşanlamlı hale gelir! Troçki'ye yöneltilen sınıf ve partiyi
özdeşleştirme suçlaması başka bir yere yöneltilmelidir. Yeni siyasi pratiğe,
yani devrimci partiye katılan değiştirilmiş unsurlar entelektüeller ve
işçi sınıfı değil, sadece bu iki toplumsal oluşumdan bireyler ve belki de bazı
kesimleridir. Aksini söylemek, Nicolas Krassó'nun yaptığı gibi sınıf ve partiyi
birbirine karıştırmak demektir.
1917–1921
Tarihi yorumlamak isteyenlerin, tarih hakkında net ve
gerçeklere dayalı bir anlayışa sahip olması gerekir. Ne yazık ki Nicolas Krassó
buna sahip değildir. Bu, "Troçki, Kızıl Ordu'da çarlık geçmişi olan
profesyonel subayların gücünü artırmaya kararlıydı ve parti tarafından atanan
siyasi komiserlerin onların üzerinde kontrol kurmasına karşı mücadele etti"
sözlerinde açıkça görülüyor. Bu, gerçek durumdan çok uzaktır. Eski Çarlık
subaylarının istihdamına ilişkin tartışma, onların kullanılıp kullanılmayacağıydı
ve bu, merkezi bir ordu ile milisler arasındaki daha geniş bir
sorunun sadece ikincil bir parçasıydı. Bu konu, Bolşevik Partisi'nin Sekizinci
Kongresi'nde tartışıldı. Troçki, bu subayları askeri uzman olarak kullanmak
istiyordu, ancak aynı zamanda Merkez Komite’den kendisine komiser olarak görev
yapacak güvenilir komünistleri sağlamasını özellikle talep etti. Deutscher,
Troçki'nin Merkez Komite’den bu adamları "yalvararak" istediğini
söylüyor. Eski Çarlık subaylarının daha fazla güce sahip olması söz
konusu değildi, çünkü tüm emirleri siyasi komiserler tarafından
onaylanmak zorundaydı.
Nicolas Krassó, bu asılsız iddiaları, Troçki'nin esasen
askeri bir figür olduğu ve komuta kademesinde daha rahat olduğu fikrini yerleştirmek
için kullanıyor. Şöyle diyor:
O [Troçki] başından beri orduyu
örgütleme yetkisine sahipti; Savaş Halk Komiseri olarak Lenin ve Sovyet
devletinin tüm prestijini arkasına almıştı. Bu yetkiyi siyasi arenada,
meslektaşlarını kendisini kabul etmeye ikna ederek kazanmak zorunda
değildi.
Bu da yine gerçek durumun çarpıtılmasıdır. Deutscher konuyu
farklı bir şekilde ele alıyor:
Yeni seçim dönemi yaklaşıyordu,
ancak Troçki'nin Savaş Komiseri olmasının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen,
askeri politikası henüz partinin onayını almamıştı – o, bu politikayı sanki
kendi sorumluluğundaymış gibi yürütüyordu. (The Prophet Armed, s. 429)
Parti, Troçki'nin bu askeri politikasını ancak Sekizinci
Kongre'de resmen onayladı. Ancak o zaman bile, bir askeri liderin rolünün
sadece komuta etmek olduğunu söylemek büyük bir yanılgı olurdu. Herhangi bir iç
savaş durumunda, çağrılar ve ikna etme, rutin otorite veya komutadan çok daha
büyük bir rol oynar. Kızıl Ordu'nun kuruluşunda bu özellikle böyleydi. Hiçbir
gelenek, hiçbir tarihsel emsal, tartışmasız bir hakimiyet kuran hiçbir
hegemonik ideoloji yoktu. Troçki'nin rolü bu açıdan değerlendirilmelidir ve bu
rol esasen siyasi bir roldü. Kızıl Ordu'nun ilk oluşumları tamamen gönüllülük
esasına dayanıyordu, ancak güvenilir bir proleter askeri kadro oluşturulduktan
sonra askere alma yoluna başvurulabilirdi. Askere alma yoluna başvurulduğunda
bile, bu "normal" askere alma sürecinden çok farklı bir şekilde ele
alınmalıdır. Bir iç savaşta, sağlam bir siyasi temel oluşturulmamışsa, askere
alınanların büyük bir kısmının karşı tarafa geçmeyeceği veya sadece firar
etmeyeceği garantisi yoktur.
Nicolas Krassó, "gönüllü kalabalıklara hitap etmekte
veya askerleri sevk etmekte çok başarılıdır, ancak bu roller devrimci bir
partiyi yönetme becerisiyle karıştırılmamalıdır" diyor. Unuttuğu şey,
birinin "askerleri sevk edebilmesi" için önce elinde askerlerin
olması gerektiğidir. Bu nedenle, devrimci bir askeri liderin sanatı, askerleri
toplamak ve onları "sevk edilme" gerekliliğine ikna etmektir. Nicolas
Krassó, devrimci ordu ile parti arasındaki benzerliği ve bazen de özdeşliği
(Küba) tamamen gözden kaçırdığı nokta burasıdır.
Nicolas Krassó, Sovyet Cumhuriyeti'nin ilk günlerinin
gerçekliğini ve askeri politikanın doğasını yine yanlış anlamaktadır. Ona göre Troçki:
... Sovyet devletinin bir direği
olarak ... astlarına kesin amaçlar için emirler vermek zorundaydı. Her iki
rolde de görevi, önceden belirlenmiş bir amaca ulaşmak için gerekli araçları
sağlamaktı. Bu, bir siyasi örgüt içinde çeşitli rakip görüşler arasında yeni
bir amacın hâkim olmasını sağlamaktan farklı bir görevdir.
Bu, bir iç savaşın veya herhangi bir başka savaşın sonucunun
önceden belirlendiğini varsaymaktadır. Bu doğru değildir, savaş durumunda
önceden belirlenen tek sonuç düşmanın yenilmesidir. Devrimci bir partide de
önceden belirlenen tek sonuç devrimin gerçekleşmesidir. Her iki durumda da
araçlar, yöntemler, taktikler vb. tartışmaya ve müzakereye konu olacaktır. Bu, bir
iç savaşta tartışmanın ordunun her kademesinde yürütüleceği anlamına gelmez,
ancak partide de öyle olmayacaktır; durumun doğası bazen bunu engeller. Dahası,
Kızıl Ordu için sonuçların Merkez Komitesi tarafından önceden belirlendiği
varsayılsa bile, Troçki kararların alınmasında rol oynadı. O, kendisine
emirlerin verilmesini bekleyen pasif bir seyirci değildi.
Troçki, iç savaşın sonlarına kadar Sovyet devletinin
bir direği olarak adlandırılamazdı, çünkü bu terimin kabul edilen anlamıyla
böyle bir devlet mevcut değildi. Direk terimi yanıltıcıdır; sağlam, köklü ve
yerleşik bir rejim imajını çağrıştırır, oysa gerçekte rejimin varlığı çoğu
zaman belirsizdi. Bize dolaylı olarak sunulan, Troçki'nin bilinen ve belirli
boyutlara sahip düzenli, yerleşik bir yapı içinde hareket ettiği bir tablodur,
oysa gerçekte toplum ve devrimci parti de dahil olmak üzere tüm alt yapılar
sürekli değişim halindeydi. Sadece statik ve gerçek dışı bir devrim vizyonuna
sahip olmak, o ilk günlerde Troçki'yi veya diğer Bolşevik liderleri bir komuta
pozisyonunda görmeye yol açabilirdi.
1921–1929
Nicolas Krassó burada parti ve sınıf arasındaki ilişkilerde
ikame ve kimlik temasına yöneliyor ve Troçki'nin kimlik “yanılgısına”, yani
parti ve sınıfı özdeş görme hatasına düştüğünü ima ediyor. Kendisini doğrular
gibi görünen The New Course’tan bir alıntı sunuyor;
ancak alıntıyı tamamlasaydı daha iyi olurdu. Bu, Troçki'nin söylediklerini
doğru bir şekilde yansıtmış olurdu. İşte eksik cümlelerin düzeltildiği alıntı:
İşçi sınıfının, köylülüğün,
devlet aygıtının ve onun üyelerinin farklı ihtiyaçları, siyasi bir ifade bulmak
için aracı olarak kullandıkları partimiz üzerinde etki yapmaktadır. Çağımızın
zorluklar ve çelişkiler, proletaryanın farklı katmanlarının ya da proletarya
ile köylülüğün çıkarları arasındaki geçici anlaşmazlıklar, işçi ve köylü
hücreleri, devlet aygıtı ve öğrenci gençlik aracılığıyla parti üzerinde etki
eder. Görüşlerdeki ve fikir nüanslarındaki dönemsel farklılıklar bile, farklı
toplumsal çıkarların uzak baskısını ifade edebilir ve belirli koşullarda,
istikrarlı gruplaşmalara dönüşebilir; bu gruplar da, er ya da geç, partinin
geri kalanına karşı çıkan ve bu nedenle daha da büyük bir dış baskıya maruz
kalan örgütlü gruplar haline gelebilirler. Komünist Parti’nin siyasi yaşamın
yönlendirilmesini tekelinde tutmak zorunda olduğu bir çağda, parti içi
gruplaşmaların diyalektiği böyledir. (The New Course, s. 27, vurgu
eklenmiştir) [5]
Vurgulanan cümle, Troçki'nin tartıştığı konuyu doğru
anlamanın anahtarıdır; Nicolas Krassó, bu cümleyi çıkararak, dikkatsiz bir
okuyucuya kendi yorumunu sunabilmiştir. Bu cümlenin bulunduğu bölüm, Gruplar
ve Fraksiyon Oluşumları'dır. Troçki bu bölümde, yukarıda da açıkça
belirtildiği gibi, tek partili devletin siyasetini tartışıyordu. Genel olarak
partilerden bahsetmiyordu, parti ile sınıfın aynı şey olduğunu da ima
etmiyordu. Tek partinin siyasi faaliyetin öngörülen biçimi olduğu bir durumda
grupların ve fraksiyonların doğasını araştırıyordu ve bunu yaparak yeni
bir çığır açıyordu. Sosyalistler ve Marksistler için Sovyetler Birliği'ndeki
durum yeni ve eşi görülmemiş bir durumdu. Elbette 1917'de kimse böyle bir
durumu öngörememişti. 1920'lerdeki gelişmeler, Troçki'nin 1923'te
söylediklerini doğrulamış gibi görünüyor. Nitekim, daha sonra tek partili
devlet deneyimi, parti bu farklılıkları yansıtmadıkça, kabul edilen anlamıyla
bir parti olmaktan çıktığını göstermektedir.
Troçki'nin "sosyolojizm" suçunu işlediği ve bunun
onu önce teorik alanda parti ile sınıfı eşitleme tuzağına düşürdüğü, sonra da
pratik siyasette bürokrasiye karşı panzehir olarak partinin proleterleşmesini savunduğu
söylenir. Dahası, Stalin'in bu tavsiyeye uymasının Troçki için felaketle
sonuçlandığı söylenir! Ancak Deutscher bu konuyu oldukça farklı bir şekilde ele
alır:
Üçlü [Stalin, Kamenev ve Zinovyev]
fabrikalarda hemen gösterişli bir üye kazanma kampanyası başlatmaya karar
verdiler. Ancak Troçki dikkatli bir seçim yapılmasını tavsiye ederken, onlar toplu
olarak üye kazanmaya, katılmak isteyen her işçiyi kabul etmeye ve tüm
geleneksel test ve koşulları kaldırmaya karar verdiler. On Üçüncü Konferans'ta,
tek seferde 100.000 işçinin üye olarak partiye alınmasını önerdiler... Bu,
proletaryanın seçkinleri ve öncüleri olarak partinin yalnızca politik olarak
ileri ve politik mücadelede tecrübeli kişileri kabul etmesini gerektiren
Bolşevik örgütlenme ilkesiyle alay etmekti. (The Prophet Unarmed, s.
135)
Troçki, işçilerin üye yapılma sürecinin yavaş olması ve
"sadece kayda değer bir ekonomik ilerleme koşullarında" olması
gerektiğini vurguladı (The New Course, s. 20-21).[6]
Burada, ilkel bir sosyolojizmden farklı bir tablo ortaya çıkıyor – işçiler iyi,
bürokratlar kötü – burada Troçki'nin, işçi üyeliğinin azalması ve bunun
partinin geleceği için doğuracağı sonuçlar gibi gerçek bir sorunla boğuştuğunu
görüyoruz. Nicolas Krassó, devrimci sosyalist bir partinin toplumsal yapısının
önemsiz olduğunu ima ediyor gibi görünüyor. Belki de demek istediği, böyle bir
partinin işçiler için olması gerektiği, ama mutlaka işçilerden oluşması
gerekmediğidir. Troçki, sosyalist devrimci partinin, özellikle iktidarda olan
ve işçilerin sadece azınlığını temsil eden bir partinin, uzun vadede
belirleyici bir çelişki olduğunu vurguluyordu.
Bu nedenle, durumu düzeltmek için adımlar atılması gerektiğini vurguluyordu.
Troçki'nin bu dönemde Rusya'daki işçilere dair idealist bir bakış açısıyla
yaklaştığını ima etmek biraz tuhaf. Bu dönemde kültür seviyesinin düşük
olduğunu defalarca yazmış ve bunun yarattığı siyasi sorunları çok iyi
anlamıştı.
Kolektifleştirme ve Sanayileşme
Az gelişmiş ülkelerdeki endüstriyel gelişme sorunu,
özellikle kapitalist yörüngeden kurtulmuş ülkeler için hâlâ güncelliğini
koruyan bir konudur. Bu gibi durumlarda şu soru ortaya çıkar: "Artı-değer
nereden gelecek?" Bu gerçekten de çok önemli bir noktadır. Ancak Nicolas
Krassó durumu çok fazla siyah-beyaz bir tablo ile resmediyor:
Buharin, şehirlerin aleyhine
köylülerin zenginleşmesini öngören aşırı sağcı bir politika savunuyordu: "Arkamızda
büyük köylü arabamızı çekerek küçük, çok küçük adımlarla ilerleyeceğiz."
Preobrajenski ise hızlı sanayileşme için artı-değer biriktirmek amacıyla
köylülerin (teknik ve ekonomik anlamda) sömürülmesini savunuyordu.
Elbette bu formülasyonların şiddetle çelişkili
olduğunu göstermek mümkündür, çünkü bunlar sahtekârlıktır. Bu bağlamda Lenin'in
politikasından bahsetmek yanıltıcıdır, çünkü ölümünden önce tam anlamıyla
tutarlı ve açık bir politika formüle edecek zamanı bulamamıştır. Buharin ve
Preobrajenski, kendi tutumlarını yansıtmayan bir şekilde sunulmaktadır. Bir
başka nokta daha eklenmelidir: Troçki, Preobrajenski'nin The New Economics kitabında
ortaya koyduğu fikirlere tamamen katılmıyordu; ancak Muhalefet’in ortaya
koyduğu pratik politikalar konusunda aynı fikirde oldukları şüphesizdir. Bu
nedenle Troçki ve Preobrajenski arasında bir ayrım yapmak gerekir.
Buharin, esasen, sanayinin gelişiminin kırsal talebe göre
yönlendirilmesi ve hafif veya tüketim malları sanayisine öncelik verilmesi
gerektiğini savunuyordu. Böyle bir politika, aslında kırsal kesimde kapitalist
unsurların yeniden canlanmasını teşvik etti ve pratikte devlet sanayilerinin
piyasaya tabi hale gelmesi anlamına geliyordu. Ancak, Buharin'in şehirlerin
aleyhine köylülerin zenginleşmesini teşvik ettiğini söylemek yanlış olur, çünkü
bu, işçi sınıfının sömürülmesi anlamına gelirdi. Şüphesiz politikasının amacı kırsal
kesimde artı-değer yaratmak ve bunun da nihayetinde birikime yol açmasıydı. O,
tarımsal artı-değerin mutlaka birikime yol açmayacağını anlamadı ve aslında kanıtlar,
kapitalist yörüngedeki azgelişmiş ülkelerde bu artı-değerin büyük ölçüde israf
edildiğini veya toprağa ve tefeciliğe yatırıldığını göstermektedir. Bu durum,
değer yasasını bilinçli olarak çiğneyerek (görmezden gelmeyerek) aşılabilir.
Preobrajenski'nin analizi, başlangıçta, ekonominin çoğunluğu
oluşturan özel sektörü (çoğunlukla tarım) ile küçük devlet sanayi sektörü
arasındaki çelişkiyi ve hızlı bir endüstrileşme birikimi ihtiyacını ortaya
koyan teorik bir analizdi. O, ilkel sosyalist birikim yasasını şu şekilde
tanımladı:
Sosyalist üretim örgütlenmesine
geçen bir ülke ekonomik olarak ne kadar geri, küçük burjuva ve köylü ise ve toplumsal
devrim gerçekleştiğinde bu ülkenin proletaryasının sosyalist birikim fonuna alacağı
miras ne kadar azsa, sosyalist birikim, orantılı olarak, sosyalist öncesi
ekonomi biçimlerinin artı-ürününün bir kısmını yabancılaştırmaya o kadar fazla
bel bağlamak zorunda kalacaktır. (The New Economics, s. 124)
Sovyet endüstrisinde mevcut olan mutlak ve göreceli artı-ürün
miktarının az olması nedeniyle, asıl katkının tarımdan gelmesi gerektiğini
savundu. Bu, köylülerin "tekniken sömürülmesi" anlamına gelir, ancak
bu süreç açıklanmalıdır, çünkü terimin yarısı - teknik - unutulabilir ve diğer
yarısı - sömürü - üzerinde yoğunlaşılabilir. Preobrajenski bu konuyu çok açık
bir şekilde açıkladı:
Sosyalist devletin buradaki görevi,
küçük burjuva üreticilerden kapitalizmin aldığından daha azını almak değil,
ülkenin sanayileştirilmesi ve tarımın yoğunlaştırılması temelinde, küçük
üretimi de içeren tüm ekonominin rasyonelleştirilmesi yoluyla küçük üreticilere
sağlanacak daha büyük gelirlerden daha fazlasını almaktır. (The
New Economics, s. 89, vurgular orijinal metinde)
Nicolas Krassó, bu tartışmaya, özünde statik bir ekonomi
görüşü katarak şöyle diyor:
Köylüler ne kadar fakirse, kendi
tükettiklerinin ötesinde o kadar az artı-değeri bulunuyor ve sanayileşme için o
kadar az "sömürülebilir" oluyordu. Buharin'in köylülerle uzlaşma
çabası ve Preobrajenski'nin onları proletarya ile karşı karşıya getirme çabası,
Lenin'in politikasını eşit derecede çarpıtıyordu. Lenin'in politikası,
köylüleri ezmek ve onlara savaş açmak yerine kolektifleştirmekti.
Şimdi, milli geliri veya toplumsal ürünü belirli bir miktar
olarak görürsek, bir sınıfın payındaki artışın başka bir sınıfın payındaki
azalmaya dayandığını iddia etmekte haklıyız. Ancak, milli geliri zamanla
büyüklüğü artan bir akım olarak görürsek, herkesin toplam tüketiminin
artmasının mümkün olduğunu, ancak aynı zamanda toplumun bir kesiminin öncekinden
daha küçük bir yüzde payına sahip olabileceğini iddia edebiliriz.[7]
Ancak bu, söz konusu soruna çok basitleştirilmiş bir yaklaşımdır.
Sorunu doğru bir şekilde anlamak için ilk yaklaşım, kısa
vadede maksimum ve optimum birikim oranları arasındaki farkı
açıkça ayırt etmektir. Nicolas Krassó, Stalin'in Sol Muhalefet'in ekonomi
politikalarını devraldığını (ve bozduğunu) varsayarken tam da bu noktada
yanılmaktadır. İlk Beş Yıllık Planlar aslında maksimum birikim oranı
varsayımına dayanıyordu, ancak optimum bir oran hedeflenmiş olsaydı üretimin daha
yavaş ve daha düşük bir oranda artacağı ortaya çıktı.
Bazıları, salt ekonomik açıdan optimum birikim oranını,
belirli bir dönemde toplumsal ürünü maksimum miktarda artıran oran olarak kabul
edebilir. Ancak hiçbir Marksist böyle bir tanımı kabul edemez, çünkü bu tanım
ilgili sınıf güçlerini göz ardı eder. İşçi sınıfının yaşam standartlarını
düşüren, moral bozukluğu ve siyasi ilgisizlik yaratan bir politika kesinlikle
kabul edilemez. Dahası, emek verimliliğinin tüketim düzeyinden bağımsız
olduğunu varsayan hiçbir hipotezi kabul etmek mümkün değildir. Stalinist
bürokrasi, ilk iki Beş Yıllık Plan'da Sovyet tarımı ve Sovyet işçi sınıfı için
felaketle sonuçlanan bir şekilde bunu yapmıştır. Maksimum birikim oranına
ulaşma çılgınlığı içinde optimum birikim oranı benimsenmiş olsaydı, elde
edilebilecek olan maksimum toplumsal ürün artışında bir düşün yaşandı.
Bir başka nokta da Nicolas Krassó'nun köylülük terimini gelişigüzel
kullanmasıdır; orijinal tartışmanın hiçbir savunucusu böyle bir hata
yapmamıştır. Platform of the Left Opposition 1927’e bakarsa,
"köylüler arasındaki sınıf farklılaşması"nın analiz edildiğini
görecektir. 1920'lerin ortalarında Rusya'nın kırsal kesimindeki durumu
değerlendirmeye çalışırken, Nicolas Krassó'nun yaptığı gibi bir hata kabul
edilemez. Sol Muhalefet, yoksul topraksız ve orta halli köylüleri destekleme
politikasının yanı sıra cömert kredi koşulları ve tarımda makineleşmenin hızla
uygulanması önerilerini ve tabii ki kooperatifler aracılığıyla kolektifleştirmeyi
savunuyordu. Elbette Sovyetler Birliği'nde yeni bir kapitalist gelişimin temeli
haline gelen Kulakları (bir sınıf olarak) kontrol altına alma ve nihayetinde
ortadan kaldırma politikası izliyorlardı. Nicolas Krassó bunun yanlış olduğunu
mu düşünüyor? Nicolas Krassó'nun "tarih tarafından doğrulanmış"
olarak övdüğü Stalin, Buharin ile birlikte Muhalefet’in uyarılarını küçümsemiş,
ancak daha sonra Kulakların artan gücü ve direnişi karşısında paniğe kapılmıştı.
Bu sorun, acımasız ve kanlı bir baskı ile "çözüldü". Sol Muhalefetin
politikasının bununla herhangi bir bağlantısı olduğunu öne sürmek,
inandırıcılığı çok fazla zorlamaktır.
Nicolas Krassó'nun sanayileşme tartışmasıyla ilgili yaptığı
en büyük hata, bunun öncelikle idari seçeneklerle ilgili olduğunu,
"Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmasının ise yalnızca uluslararası
ilişkilerle alakalı olduğunu öne sürmesidir. Herhangi bir geçiş rejiminde
planlama, esasen "kıt kaynakların tahsisi" üzerine olacaktır. Burjuva
ekonomisinin bu basmakalıp düşüncesi, kıt kaynakların tahsisi piyasa anarşisi
ile değil bilinçli verilen kararlarla yapılacağı için gerçeğe dönüşecektir.
Bununla birlikte, politik ekonominin temeli, kıt kaynakların, yani üretim
araçlarının dağıtımında insanlar (ve sınıflar) arasındaki ilişkiler
olmaya devam edecektir. Marksist ekonomiyi ayıran da işte bu temelden farklı
yaklaşımdır. Nicolas Krassó, ekonominin "teknik" veya
"idari" bir konu olduğunu varsaymakla hata yapmaktadır ve böylece
teknik ile ideolojiyi birbirine karıştırmaktadır. Küba'da ahlaki ve maddi
teşvikler konusundaki tartışma, ekonomi ve siyaset arasındaki kaynaşmanın ilginç
bir örneğiydi. Kullanılan veya seçilen belirli teknikler, genel olarak,
dayandıkları siyasi kararları (her ne kadar dağınık bir şekilde de olsa)
yansıtacaktır. Örneğin, Wilson'ın 1964'te sterlini devalüe etmeme kararı,
ekonomik krizle mücadele etmek için bir dizi teknik kullanmaktan alıkoydu. İlk
karar siyasi bir karardı. O zamandan beri politikanın şu veya bu yönü hakkında
tartışmak mümkündür ve aslında tartışmalıyız da, ancak merkezi siyasi karar
dikkate alınmadığı sürece kaybolabiliriz.
Bu nedenle, ekonomi politikası ve "Tek Ülkede
Sosyalizm" tartışmalarının ayrı ve birbirinden bağımsız olduğunu öne
sürmek, incelemeye dayanmaz. Ekonomi tartışması, ne kadar fazla artı-değer
üretileceği ve bunun kime fayda sağlayacağı üzerineydi. "Tek Ülkede
Sosyalizm" ise, kendi paylarını korumak isteyen bürokratların tepkisiydi. Her
ikisi de Sovyetler Birliği'nin geri kalmışlığından ve izolasyonundan
kaynaklanıyordu.
1927–1940
Bu dönemdeki bazı önemli teorik yazılara rağmen, Troçki'nin
hayali bir siyasi hareketi yönettiği ve bu nedenle o yıllardaki faaliyetlerinin
boşuna olduğu söylenir. Burada Dördüncü Enternasyonal'in artılarını veya eksilerini
tartışmak istemiyorum. Benim yapmak istediğim, kendimce bazı sorular sormak.
Kuruluşundan 30 yıl sonra, bu örgüt – Dördüncü Enternasyonal – nasıl oluyor da
hâlâ varlığını sürdürüyor? A) İşçi sınıfının yenilgiye uğradığı bir dönemde
kurulduğunu, b) küçük kadrolarının çoğunun Avrupa'da Gestapo veya Stalinistler
tarafından öldürüldüğünü ve c) 1945'ten hemen sonraki yıllarda Stalinizmin
büyük ölçüde güçlendiğini düşündüğümüzde, belki de doğru soruları sormaya başlıyoruz.
1930'larda ve 1940'larda var olan diğer sayısız anti-Stalinist grupları
uluslararası sahnede aradığımızda, boşuna aradığımızı görüyoruz. Büyük bir
devletin kaynaklarıyla Maoist bir "Enternasyonal" kurma yönündeki
acınası girişimleri incelediğimizde, uluslararası Troçkist hareketin gerçek
gücünü ve direncini ölçmeye başlayabiliriz. Bu örgüt, (İngiltere'deki bazı
tuhaf tezahürlere rağmen) yaşlanan bir grup tarikatçıdan ibaret değildir.
Aksine, gençler tarafından istikrarlı olarak yenilenmektedir ve son yıllarda sayıları
artmıştır ve bu, dünya çapında bir olgudur. Asıl soru şu: Neden? Bence bu
soruya en iyi cevap, Che Guevara'nın şu sözleriyle verilebilir:
Dünyanın dört bir yanında iki, üç
veya daha fazla Vietnam, kendi paylarına düşen ölümlerle, büyük trajedilerle, her
gün gösterdikleri kahramanlıklarla ve emperyalizme karşı tekrarlanan darbelerle
gelişip, tüm dünya halklarının artan nefreti ve ani saldırılarıyla emperyalizmin
güçlerini dağıtmaya yönelirse, ne kadar çabuk bir sürede parlak geleceğe
bakabiliriz? (Vietnam Must Not Stand Alone, New Left Review, 43.
sayı, s. 90)
Che Guevara'nın talep ettiği şey, emperyalizme karşı uluslararası
bir stratejiydi. Zaman ve durum bunu gerektiriyor. Proleter enternasyonalizm
kavramı, soyut bir teori değildir. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki gaziler,
ölmek üzere olanlar ve savaşçılar, böyle bir stratejinin gerekliliğini
haykırıyor ve bunun tanıkları oluyorlar. OLAS[8]
konferansının düzenlenmesi, böyle bir Enternasyonal henüz ortaya çıkmamış olsa
da, yeni bir devrimci Enternasyonal'in kurulması meselesini dolaylı olarak
gündeme getirmiştir. 1938'de Dördüncü Enternasyonal'in kurulmasına tarihsel
geçerliliğini veren de budur; efsanevi bir hareketle ilgili tüm alaycı sözler
bunu silemez. Troçki, 1938'de etrafında toplanan küçük grubun Enternasyonal
olacağını varsaymayacak kadar gerçekçiydi. Dördüncü Enternasyonal, yeni ve
yükselen devrimci nesillere, klasik Marksizmin en iyi yönleriyle tarihsel bir
süreklilik ve uluslararası sahnede rakipsiz olan modern dünyanın programatik
bir analizini sunmaktadır.
Stalin'in Köpek Ölüleri
Nicolas Krassó'nun Troçki'yi resmettiği tablo, sadece
katılığı, gelişmemişliği ve sıradanlığıyla dikkat çekiyordu. Bu cansız bir
tabloydu ve Troçki'nin hatalarından ders çıkardığı, bunlardan yararlandığı veya
olgunlaştığı hissini bize vermiyordu.
Makaleyi okuduktan sonra, Troçki'nin tüm kusurlarıyla
birlikte tam donanımlı olarak siyaset sahnesine çıktığı ve gerçek bir değişim
olmadığı izlenimine kapılıyorsunuz. Bu nedenle, bu figür kartondan bir figürdür.
Lenin'in portresi de aynı tarzda çizilmiştir. Lenin, tam doğru
anda ortaya çıkıp kafası karışık partisini sıkıntılardan kurtaran bir tür deus
ex machina [makineden bir tanrı-ç.n.] olarak gösterilmiştir. Bu, Lenin'i
bir lider değil, siyasi bir Svengali[9]
rolüne sokar. Lenin'in Bolşevik Partisi'nde muazzam bir rol oynadığına şüphe
yok ve bu rol zaman zaman çok önemliydi, ancak tek taraflı bir değerlendirmenin
kurbanı olmamak gerekir. Son tahlilde, böyle bir tablo Lenin'e ve kesinlikle
Bolşeviklere yakışmıyor.
Peki, Troçki'nin parti kavramını neden şimdi tartışıyoruz?
Bu çalışmanın amacı neydi? Nicolas Krassó'nun makalesindeki diğer tüm hataların
yanı sıra, en şaşırtıcı olanı sonuçların eksikliğidir. Bu uzun makale sadece
"tarihsel" bir analiz çalışması mıydı? Sadece burada, Wilson hükümeti
dönemindeki Britanya'da değil, uluslararası alanda da Marksist parti meselesi
yakıcı bir güncelliğe sahip. Ancak Nicolas Krassó bu konuda sessiz kalıyor.
Makalede örtük olarak, burada ve şimdi Leninist bir partiye ihtiyaç olduğu
görüşü yer alıyor ve bunun Troçki'nin parti kavramıyla arasındaki örtük farkı
bir kenara bırakırsak, eğer durum böyleyse bunun belirtilmesi gerektiği
düşünülür. Ancak bu önemli konuda, elimizde bir soru işareti bile kalmıyor, tam
bir boşluk bırakılmıştır. Bu da Troçki'nin Marksizmini değil, Nicolas
Krassó'nun Marksizmini sorgulamaya yol açar. Marksist teorinin amacı nedir?
Sadece bireysel zekâları keskinleştirmek ve bilemek mi, yoksa eyleme rehberlik
etmek mi olmalı? Bu aksiyomun kaba bir yorumunu benimsemek gerekmez, ancak her
bakış açısı bir programı da içermelidir. Ve Nicolas Krassó'nun makalesinin
ciddi eksiklikleri burada ortaya çıkıyor: Bir program yok.
Bu eksikliğin bir başka yönü de Lenin veya Troçki'nin uluslararası
parti kavramına ilişkin herhangi bir analizin bulunmamasıdır; Troçki'nin entelektüeller
üzerine yazdığı nispeten önemsiz bir makaleyi bu kadar derinlemesine inceleyen
biri için çok garip bir ihmal. Bu nasıl açıklanabilir? Bu tür akademik
araştırmalar, Enternasyonal meselesine ilişkin bir şeyler ortaya çıkarmış
olmalıdır, ancak orijinal makaleyi okuyan bir okuyucu buna dair hiçbir ipucu
bulamaz. Bu eksikliği ancak Nicolas Krassó açıklayabilir, okuyucunun bu konuda
varsayımlarda bulunması akıllıca olmaz.
Troçki'nin Marksizme katkısının tartışılması teşvik edici ve
ödüllendirici olabilirdi. Elbette eleştirel olmalıydı, ancak eleştiri bilgi ve
anlayışla dengelenmelidir. Ne yazık ki, bize Lenin'in "takıntısı" ile
bezeli, sindirilmemiş tarihsel veriler sunuldu; bunların hiçbiri aklı başında
bir değerlendirmeye varmamıza yardımcı olmuyor. The Prophet Armed [Silahlı
Peygamber-ç.n.] kitabının önsözünde Isaac Deutscher, Troçki'nin tarihteki
yerini kaplayan "ölü köpekler dağı"ndan bahsetmiş ve 1956'daki
olayların (Macaristan vb.) bu dağın yarısının rüzgâra kapılıp savrulmasından
bahsetmişti. Nicolas Krassó, farkında olmadan, bu köpek ölülerinden birkaçını
dağdaki kalıntılarına geri atıyor. Bugün çevremizdeki dünyaya baktığımızda,
onun Knud[10]
gibi bir uğraş içinde olduğu görülüyor. Bariz yetenekleri daha iyi bir şekilde
kullanılmayı hak ediyor.
[1]
"Metafizik karnaval" konusunda, Marx'ın Fransa'da Sınıf
Mücadeleleri adlı eserinde "sürekli devrim" ifadesini ilk kez
kullandığını belirtmek yerinde olabilir. Marx şöyle yazmıştır: "Bu
sosyalizm, devrimin sürekliliğinin ilanıdır..." (The Class Struggles in
France (Moskova 1952), s. 196) Troçki beceriksizlikle suçlanacaksa, o zaman
Marx ile birlikte hata yapmıştır.
[2]
Introduction, The Age of Permanent
Revolution: A Trotsky Anthology (Dell Publishing, New York 1964).
[3]
V.I. Lenin, Speech in
the Moscow Soviet of Workers’, Peasants’ and Red Army Deputies, Collected
Works, Vol. 27.
[4]
L.D. Troçki, The
Intelligentsia and Socialism.
[5]
L.D. Troçki, The New Course.
[6]
L.D. Troçki, The New Course.
[7]
Bu, Wilson & Co'nun daha yüksek verimlilik taleplerinde ortaya koyduğu bilindik
argümanlara benzeyebilir. Bu kısa vadede biçimsel olarak doğru bir argümandır,
ancak Marksistler için asıl soru, fazlalıkla kimin ne yapacağıdır. Fazlalık
özel mülkiyete geçerse veya bürokratik olarak kötüye kullanılırsa, mücadele
burada başlamalıdır. Üretim artışına karşı başlı başına bir argümanımız
yok.
[8]
Organización Latinoamericana de Solidaridad - Latin Amerika Dayanışma Örgütü. Salvador
Allende’nin girişimiyle 1967’de Küba’da kurulan örgüt, devrimci ve anti-emperyalist
hareketlerden oluşuyordu. Örgütün sloganı “Her devrimcinin görevi devrimi
yapmaktır" idi. (ç.n.)
[9]
Zorba, dominant anlamına gelen bu terim, 19. yüzyıl yazarı George du Maurier’in
“Trilby” adlı romanındaki kurgusal karakter Svengali’den türetilmiştir.
[10]
İngiltere, Danimarka, Norveç ve İsveç’in bir kısmında hüküm sürmüş Viking
kralı. Papa tarafından Hıristiyanlığı kabul etmiş ilk Viking kralı olarak tanınan
Knud, efsaneye göre tahtını deniz kıyısına kurmuş ve gelgitin durmasını,
ayaklarını ve cüppelerini ıslatmamasını emretmiştir. Fakat gelgit Knud’un
emrini dinlemeyerek kendisini ıslatmıştır. Knud gibi uğraşmak, durdurulamayacak
gelişimi kibirli bir şekilde engellemeye çalışmak anlamına gelir. (ç.n.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder