2 Aralık 2025 Salı

(Çeviri) Troçki'nin Marksizmi: Nicolas Krassó'ya Yanıt - Ken Tarbuck

Çevirenin Notu: Nicolas Krassó’nun “Troçki’nin Marksizmi” adlı makalesi New Left Review’in Temmuz-Ağustos 1967 tarihli 44. sayısında yayımlanmıştı. Ken Tarbuck’un bu makaleyi eleştirdiği “Troçki'nin Marksizmi: Nicolas Krassó'ya Yanıt” başlıklı makalesi Bulletin of Marxist Studies dergisinin Sonbahar 1968 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştı.

1930-1995 yılları arasında yaşamış olan Ken Tarbuck, 1947'de Birmingham'daki Devrimci Komünist Parti'ye katılarak devrimci mücadelesine başlamıştır. Çeşitli Troçkist gruplarda mücadelesini sürdürmüş olan Tarbuck, İngiltere’de Buharin hakkında yaptığı çalışmalarla da tanınmaktadır.

 

Editörün Notu: Bu makale ilk olarak Ekim 1967'de New Left Review (NLR) dergisinin 44. sayısında yayımlanan bir makaleye yanıt olarak yazılmıştır. NLR dergisinde yayımlanmak üzere gönderilmiş ve geçici olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, henüz yayımlanmamıştır. Nicolas Krassó'ya bir yanıt, Ernest Mandel tarafından NLR dergisinin 47. sayısında yayımlanmıştır ve okuyucuların bu makaleyi ve orijinal makaleyi edinmeleri çok yararlı olacaktır. Tartışmalı noktalar NLR'nin sayfalarının ötesinde bir öneme sahip olduğundan, bu makale kendi başına bir değer taşımaktadır. Troçki'nin Marksizm tarihinde yeri, hâlâ güncel bir öneme sahiptir.

Orijinal makale ve yanıt yazıldığından bu yana, Troçki'nin katkısının geçerliliğini ve bugünün siyaseti için önemini gösteren büyük olaylar meydana geldi. Hem Fransa'daki hem de Çekoslovakya'daki olaylar, her biri kendi tarzında, Troçkizmin bugünün dünyası için önemini gösterdi.

Bu makale, Ekim 1967'de NLR'ye ilk kez gönderilen versiyonundan biraz değiştirilmiştir. Ancak, esas itibariyle hâlâ o zaman yazıldığı haliyle geçerlidir.

***

Nicolas Krassó'nun Troçki'nin Marksizm tarihindeki yerini değerlendirmeye çalışan makalesi hem çok uzun hem de çok kısaydı. Tarihe damga vuran olaylarla dolu, çok uzun bir zaman dilimini kapsamaya çalışması anlamında çok uzundu; ama ele alınan konunun doğası gereği neredeyse her noktaya sadece genel bir şekilde değinilebilmesi nedeniyle çok kısaydı. Belki de böyle bir tartışmayı başlatmanın bedeli budur. Ancak bu, bu yanıtın yazılmasında bazı sorunlara yol açtı, çünkü her noktaya değinilip tartışılamadı, sadece merkezi konularla önemli bir ilgisi olanlar ele alınabildi.

Sürekli Devrim

Ele almak istediğim ilk nokta, Troçki'nin sürekli devrim teorisi meselesidir. Nicolas Krassó bunu, "her zaman ve her yerde sürekli bir yangın fikrini çağrıştıran, metafizik bir ayaklanma karnavalı olan, Troçki'nin hem muhaliflerinin hem de takipçilerinin polemiklerinde çarpıtılmaya yol açan beceriksiz bir tanım" olarak nitelendiriyor. Troçki'nin formülünün, Rus devriminin karakteri ile devrimin uluslararası yayılma olmaksızın varlığını sürdürebilme yeteneği gibi iki farklı sorunu birbirine karıştırdığı söyleniyor.[1]

Nicolas Krassó, "bu sürecin gayrimeşru niteliğinin çok açık olduğunu" savunuyor, ama öyle mi gerçekten? Sorunun gayrimeşru bir şekilde ortaya konması, ancak meseleyi biçimsel ve mantıksal bir konumdan ele alanlar için geçerlidir. Düşmanca bir kapitalist dünyada başarılı bir devrimin hayatta kalması ya da kalmaması sorunu, o devrimin karakterine bağlıydı. Kapitalist dünyanın genel olarak, özellikle de Müttefik Devletlerin Şubat devrimine ve Ekim devrimine tepkilerini karşılaştırırsak, itiraz edilen bu çelişkinin gerçek hayatta da yaşandığını görürüz. Bu düşmanlık, Bolşeviklerin barış talep etmesinden dolayı ortaya çıkmadı, Almanya'nın yenilgisinden sonra müdahaleler devam etti ve yoğunluğu arttı. Nicolas Krassó, Kerenski iktidarda kalmış olsaydı, bunun tüm sonuçlarıyla birlikte, yine de müdahaleler olacağını mı, ya da diğer yandan, gerçekleşen (ve hâlâ devam eden) müdahalelerin sadece tesadüfi olduğunu mu öne sürecek? Emperyalist müdahalelerle ilgili bütün deneyimlerimizden sonra, bugün herhangi bir devrimin bu iki yönünü birbirinden ayırmaya çalışmak, tartışmayı yarım asır geriye götürmek demektir.

Dahası, Küba'nın canlı deneyiminden de görülebileceği gibi, belirli bir zamanda ve yerde uluslararası koşullar, bir devrimin niteliğini ve kapsamını belirlemeye yardımcı olur. Bu deneyimin incelenmesi, bu devrimin özel seyrinin, ABD emperyalizminin müdahalesi ve işçi devletlerinden devrimci rejime sağlanan destekten derinden etkilendiğini gösterecektir. Dikkate alınması gereken başka bir yön daha vardır, bu da zafer kazanan bir işçi devriminin yaratacağı ve yarattığı uluslararası etkileridir. Sürekli devrim teorisinin bu yönü, devrimlerin izole bir şekilde gerçekleşmediğini, uluslararası bir sürecin parçası olduğunu ima eder. Bu önermenin geçerliliği için yine 1945'ten bu yana yaşanan deneyimlere bakılabilir. 1949'daki Çin devriminin ve 1959'daki Küba devriminin zaferi, birbirinden bağımsız iki ayrı olay değil, Marx ve Troçki'nin yazdıkları sürekli devrimin parçalarıdır. Nicolas Krassó, "metafizik ayaklanma karnavalı" ifadesini kullanmış ve bunun Troçki'nin de görüşü olduğu varsayımından hareket etmiştir. Bu, Troçki'nin gerçek görüşlerinin tamamen çarpıtılmasıdır. Troçki'nin bu konuda kendi adına "konuşmasına" izin verilmemesi ilginçtir, belki de Sovyetler Birliği'nin ancak "Batı Avrupa'da eşzamanlı devrimlerle" kurtarılabileceğini söylediğini kanıtlayacak hiçbir alıntı bulunamadığı içindir. Troçki'nin yazılarında böyle bir saçmalığa rastlanmaz. Deutscher, sürekli devrimin dengeli bir sentezini şu sözlerle sunmuştur:

Troçki'nin teorisi, aslında, dünyanın (bu geç kapitalist dönemde) yaşadığı tüm devrimlerin, tek bir devrimci sürecin birbirine bağlı ve birbirine bağımlı parçaları olarak temsil edildiği derin ve kapsamlı bir kavramdır. En geniş anlamıyla ifade etmek gerekirse, Troçki, yüzyılımızın toplumsal ayaklanmalarını, çeşitli medeniyet düzeylerinde ve en farklı toplumsal yapılarda ilerliyor olsalar da, çeşitli aşamaları zaman ve mekân olarak birbirinden ayrılmış olsalar da, küresel ölçekte ve nitelikte görmektedir. (The Age of Permanent Revolution: A Trotsky Anthology, s. 19)[2]

Nicolas Krassó'nun sürekli devrim teorisini çürütme girişimi, modern dünyadaki yaşam sürecini çürütme girişimidir. Bu teori artık sadece kitap sayfalarında yaşayan bir teori değildir. 1917'den bu yana deneysel doğrulamaya tabi tutulmuş ve bu süreçte onaylanmıştır.

Tek Ülkede Sosyalizm

Nicolas Krassó'nun sürekli devrim konusundaki karmaşık düşünceleri, onu "Tek Ülkede Sosyalizm" konusunda tarihsel ve teorik bir potpori sunmaya itiyor. Bize şöyle denir:

Batı'da genel olarak devrimlerin olup olmayacağı konusunda spekülasyon yapmak naif bir davranıştı. Bolşevik stratejisi, Avrupa'da bir devrimin gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmamalıydı; ancak bu olasılık da göz ardı edilmemeliydi. Ancak Lenin'in ölümünden sonra bu diyalektik tutum dağıldı...

Bu, Lenin'e benimsemediği bir görüşü atfediyor. Lenin, birçok kez açıkça "dünya emperyalizmi, zafer kazanan ve ilerleyen bir sosyal devrimle yan yana yaşayamaz" dedi. 23 Nisan 1918'de Lenin şöyle dedi: "Geri kalmışlığımız bizi ileriye itti ve diğer ülkelerin ayaklanan işçilerinin güçlü desteğini alana kadar dayanamazsak yok olacağız."[3] Bu ve daha birçok atıf, Lenin’i izole bir işçi devletinin uzun süre hayatta kalamayacağını düşünenlerin safına sokmaktadır. Nicolas Krassó'nun ima ettiği gibi, Bolşevikler Batı'daki devrime karşı kayıtsız bir tutum sergilemişlerse (buna diyalektik demek dilin kötüye kullanılmasıdır), neden Üçüncü Enternasyonal'in kurulması için bu kadar hevesliydiler? Dahası, Üçüncü Enternasyonal Batı'daki devrimler hakkında "spekülasyon" yapmıyordu, aksine Lenin de dahil olmak üzere neredeyse tüm önde gelen Bolşevikler tarafından çok somut ve aktif bir şekilde dünya devrimi partisi olarak görülüyordu. Nitekim, Rus Devrimi'nin ilk günlerine dair herhangi bir okuma, bunun Batı'daki devrimin öncüsü olarak görüldüğünü çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ancak, 1920'lerde Sol Muhalefet'in karşı çıktığı "Tek Ülkede Sosyalizm"in tek yönü bu değildi. Diğer yönü, sosyalizmden bahsedildiğinde tasavvur edilen toplum tipiyle ilgileniyordu. Muhalefetin çıkış noktası, kapitalizmin bir dünya pazarı, dünya ekonomisi ve dünya çapında bir iş bölümü yaratmış olmasıydı. Bu nedenle, emperyalizm çağında ulusal sınırlar üretici güçlerin gelişimi üzerinde giderek daha kısıtlayıcı hale geliyordu. Sosyalizm, maddi refah standartlarının kapitalizmdekinden çok daha üstün olacağı ve insanların rutin angaryalardan kurtulacağı bir ölçekte üretici güçleri geliştirecekse, bu uluslararası iş bölümünün çok daha yüksek bir düzeye taşınmasını gerektirecekti. Geri kalmış Rusya'da sosyalizmin inşasından söz etmek, esasen gerici ve ütopik bir fikirdi; bu, uluslararası devrim perspektifinden vazgeçilmesini ve bununla birlikte geri kalmış bir işçi devleti için en iyi savunmanın terk edilmesi anlamına geliyordu.

Entelektüeller ve Sosyalizm

Nicolas Krassó'nun bu bölümde izlediği argüman oldukça muğlaktır. Troçki'yi entelektüellere karşı şiddetli bir düşmanlık beslemekle suçlayarak, 1910'da yazılmış bir makaleyi kanıt olarak sunmuştur. Troçki'nin entelektüelleri "tamamen Leninizm öncesi bir şekilde" gördüğü ve bu nedenle görüşlerinin Marksist olmadığı söylenmektedir! Lenin'i bir ikon olarak göstermenin yanı sıra, bu yorum çok yanıltıcıdır. Troçki, söz konusu makalede, entelektüellerin kapitalist toplumdaki toplumsal bir tabaka olarak rolünü analiz ediyordu. Buna karşılık Lenin, bu ortamdan kopan ve devrimci olan entelektüeller hakkında yazmış ve faaliyetlerini bu yönde yönlendirmiştir. Troçki, entelektüelleri tamamen reddetmedi, onların sosyalizme doğru ilerleyecekleri koşulları ortaya koydu. Şöyle dedi:

Entelektüeller, kolektivizmin yakın zamanda zafer kazanmasının muhtemel olduğunu görmeleri için bir neden verilirse, kolektivizm onlara farklı, uzak ve yabancı bir sınıfın ideali olarak değil, yakın ve somut bir gerçeklik olarak görünürse ve son olarak, burjuvazi ile siyasi kopuşun her bir entelektüel için ayrı ayrı ciddi maddi ve manevi sonuçlar doğurmaması koşuluyla kolektivizme geçebilirler.[4]

Burada Troçki'nin, entelektüelleri şekillendiren koşullar ve onların işçi sınıfıyla ittifak kurmasını engelleyen güçlerle ilgilendiği açıktır. Bugün, özellikle burada, Britanya'da, bu koşulların o kadar da acil olmadığı kesinlikle savunulabilir. Ancak bu koşulların artık hiç geçerli olmadığını varsaymak akıllıca olmaz.

Troçki'nin bu yazıyı 1910'da yazdığını ve entelektüellerin işçi sınıfına karşı rol ve tutumlarına ilişkin değerlendirmesinin gerçekçi olduğunu da hatırlamakta fayda var. Örneğin, 1910'daki İngiliz işçi hareketine bakıldığında, Webbs ve diğerleri hariç, entelektüellerin bir toplumsal tabaka olarak çok az rol oynadıkları görülebilir. 1918'den sonra entelektüellerin bir kısmı İşçi Partisi'ne katıldıklarında, egemen işçi hareketini daha da yozlaştırdılar. Ancak, bugün bile entelektüellerin, bir toplumsal tabaka olarak, Britanya'da sosyalizme, hatta devrimci sosyalizme değil, İşçi Partisi'nin sosyalizmine bile kararlı bir şekilde geçmedikleri unutulmamalıdır. Entelektüeller bireysel olarak bir işçi partisine bağlılık gösterdiklerinde, parti içinde kritik bir rol oynadıkları açıktır. Bugün daha fazla entelektüel sosyalizme bağlılık gösteriyorsa, bu Troçki'nin yanıldığını mı kanıtlar? Onu bir tür İncil veya Kutsal Kitap olarak okumaya çalışırsak, elbette kanıtlar. Ancak Ekim, Çin ve Küba devrimlerini dikkate alırsak, onun yanıldığını kanıtlamaz. Kolektivizm artık uzak bir ideal değil, yaşayan bir gerçekliktir. Öte yandan, bu üç devrimin de verdiği derslerden biri, mülksüzleştirilmiş egemen sınıfla birlikte, çok sayıda entelektüelin de kaçarak yeni rejimlere düşmanca tavırlar almasıdır. 1917'den sonra Rusya'da kalanlar bile özel ayrıcalıklarla ikna edilmek zorunda kalınmıştır. Onlara karşı sert bir düşmanlık beslemek, onların toplumdaki konumları hakkındaki gerçeği kabul etmek anlamına gelmez. Bu konum, onların egemen sınıfın hegemonyacı ideolojisi tarafından yönetildikleri ve bu ideolojinin devam etmesine yardımcı olduklarıdır.

Gramsci'nin devrimci bir parti tarafından üretilen yeni bir entelektüel türü kavramını, entelektüellerin bir toplumsal tabaka olarak tartışılmasına dahil etmeye çalışmak, konuyu bulanıklaştırmaktır. Bireysel entelektüelin rolü ile entelektüellerin rolü, açıkça ilişkili olsalar da, ayrı sorunlardır. Nicolas Krassó, "parti... özerk bir yapı... iki farklı olguyu, yani entelektüelleri ve işçi sınıfını yeniden birleştirir ve dönüştürür" diye yazıyor. Bu gerçekten tuhaf bir ifade. Özerk bir yapı olan parti, iki sınıfı nasıl yeniden birleştirebilir? Bu özerk yapı böyle bir başarıya imza atarsa, özerk olmaktan çıkar ve sınıf ile parti eşanlamlı hale gelir! Troçki'ye yöneltilen sınıf ve partiyi özdeşleştirme suçlaması başka bir yere yöneltilmelidir. Yeni siyasi pratiğe, yani devrimci partiye katılan değiştirilmiş unsurlar entelektüeller ve işçi sınıfı değil, sadece bu iki toplumsal oluşumdan bireyler ve belki de bazı kesimleridir. Aksini söylemek, Nicolas Krassó'nun yaptığı gibi sınıf ve partiyi birbirine karıştırmak demektir.

1917–1921

Tarihi yorumlamak isteyenlerin, tarih hakkında net ve gerçeklere dayalı bir anlayışa sahip olması gerekir. Ne yazık ki Nicolas Krassó buna sahip değildir. Bu, "Troçki, Kızıl Ordu'da çarlık geçmişi olan profesyonel subayların gücünü artırmaya kararlıydı ve parti tarafından atanan siyasi komiserlerin onların üzerinde kontrol kurmasına karşı mücadele etti" sözlerinde açıkça görülüyor. Bu, gerçek durumdan çok uzaktır. Eski Çarlık subaylarının istihdamına ilişkin tartışma, onların kullanılıp kullanılmayacağıydı ve bu, merkezi bir ordu ile milisler arasındaki daha geniş bir sorunun sadece ikincil bir parçasıydı. Bu konu, Bolşevik Partisi'nin Sekizinci Kongresi'nde tartışıldı. Troçki, bu subayları askeri uzman olarak kullanmak istiyordu, ancak aynı zamanda Merkez Komite’den kendisine komiser olarak görev yapacak güvenilir komünistleri sağlamasını özellikle talep etti. Deutscher, Troçki'nin Merkez Komite’den bu adamları "yalvararak" istediğini söylüyor. Eski Çarlık subaylarının daha fazla güce sahip olması söz konusu değildi, çünkü tüm emirleri siyasi komiserler tarafından onaylanmak zorundaydı.

Nicolas Krassó, bu asılsız iddiaları, Troçki'nin esasen askeri bir figür olduğu ve komuta kademesinde daha rahat olduğu fikrini yerleştirmek için kullanıyor. Şöyle diyor:

O [Troçki] başından beri orduyu örgütleme yetkisine sahipti; Savaş Halk Komiseri olarak Lenin ve Sovyet devletinin tüm prestijini arkasına almıştı. Bu yetkiyi siyasi arenada, meslektaşlarını kendisini kabul etmeye ikna ederek kazanmak zorunda değildi.

Bu da yine gerçek durumun çarpıtılmasıdır. Deutscher konuyu farklı bir şekilde ele alıyor:

Yeni seçim dönemi yaklaşıyordu, ancak Troçki'nin Savaş Komiseri olmasının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, askeri politikası henüz partinin onayını almamıştı – o, bu politikayı sanki kendi sorumluluğundaymış gibi yürütüyordu. (The Prophet Armed, s. 429)

Parti, Troçki'nin bu askeri politikasını ancak Sekizinci Kongre'de resmen onayladı. Ancak o zaman bile, bir askeri liderin rolünün sadece komuta etmek olduğunu söylemek büyük bir yanılgı olurdu. Herhangi bir iç savaş durumunda, çağrılar ve ikna etme, rutin otorite veya komutadan çok daha büyük bir rol oynar. Kızıl Ordu'nun kuruluşunda bu özellikle böyleydi. Hiçbir gelenek, hiçbir tarihsel emsal, tartışmasız bir hakimiyet kuran hiçbir hegemonik ideoloji yoktu. Troçki'nin rolü bu açıdan değerlendirilmelidir ve bu rol esasen siyasi bir roldü. Kızıl Ordu'nun ilk oluşumları tamamen gönüllülük esasına dayanıyordu, ancak güvenilir bir proleter askeri kadro oluşturulduktan sonra askere alma yoluna başvurulabilirdi. Askere alma yoluna başvurulduğunda bile, bu "normal" askere alma sürecinden çok farklı bir şekilde ele alınmalıdır. Bir iç savaşta, sağlam bir siyasi temel oluşturulmamışsa, askere alınanların büyük bir kısmının karşı tarafa geçmeyeceği veya sadece firar etmeyeceği garantisi yoktur.

Nicolas Krassó, "gönüllü kalabalıklara hitap etmekte veya askerleri sevk etmekte çok başarılıdır, ancak bu roller devrimci bir partiyi yönetme becerisiyle karıştırılmamalıdır" diyor. Unuttuğu şey, birinin "askerleri sevk edebilmesi" için önce elinde askerlerin olması gerektiğidir. Bu nedenle, devrimci bir askeri liderin sanatı, askerleri toplamak ve onları "sevk edilme" gerekliliğine ikna etmektir. Nicolas Krassó, devrimci ordu ile parti arasındaki benzerliği ve bazen de özdeşliği (Küba) tamamen gözden kaçırdığı nokta burasıdır.

Nicolas Krassó, Sovyet Cumhuriyeti'nin ilk günlerinin gerçekliğini ve askeri politikanın doğasını yine yanlış anlamaktadır. Ona göre Troçki:

... Sovyet devletinin bir direği olarak ... astlarına kesin amaçlar için emirler vermek zorundaydı. Her iki rolde de görevi, önceden belirlenmiş bir amaca ulaşmak için gerekli araçları sağlamaktı. Bu, bir siyasi örgüt içinde çeşitli rakip görüşler arasında yeni bir amacın hâkim olmasını sağlamaktan farklı bir görevdir.

Bu, bir iç savaşın veya herhangi bir başka savaşın sonucunun önceden belirlendiğini varsaymaktadır. Bu doğru değildir, savaş durumunda önceden belirlenen tek sonuç düşmanın yenilmesidir. Devrimci bir partide de önceden belirlenen tek sonuç devrimin gerçekleşmesidir. Her iki durumda da araçlar, yöntemler, taktikler vb. tartışmaya ve müzakereye konu olacaktır. Bu, bir iç savaşta tartışmanın ordunun her kademesinde yürütüleceği anlamına gelmez, ancak partide de öyle olmayacaktır; durumun doğası bazen bunu engeller. Dahası, Kızıl Ordu için sonuçların Merkez Komitesi tarafından önceden belirlendiği varsayılsa bile, Troçki kararların alınmasında rol oynadı. O, kendisine emirlerin verilmesini bekleyen pasif bir seyirci değildi.

Troçki, iç savaşın sonlarına kadar Sovyet devletinin bir direği olarak adlandırılamazdı, çünkü bu terimin kabul edilen anlamıyla böyle bir devlet mevcut değildi. Direk terimi yanıltıcıdır; sağlam, köklü ve yerleşik bir rejim imajını çağrıştırır, oysa gerçekte rejimin varlığı çoğu zaman belirsizdi. Bize dolaylı olarak sunulan, Troçki'nin bilinen ve belirli boyutlara sahip düzenli, yerleşik bir yapı içinde hareket ettiği bir tablodur, oysa gerçekte toplum ve devrimci parti de dahil olmak üzere tüm alt yapılar sürekli değişim halindeydi. Sadece statik ve gerçek dışı bir devrim vizyonuna sahip olmak, o ilk günlerde Troçki'yi veya diğer Bolşevik liderleri bir komuta pozisyonunda görmeye yol açabilirdi.

1921–1929

Nicolas Krassó burada parti ve sınıf arasındaki ilişkilerde ikame ve kimlik temasına yöneliyor ve Troçki'nin kimlik “yanılgısına”, yani parti ve sınıfı özdeş görme hatasına düştüğünü ima ediyor. Kendisini doğrular gibi görünen The New Course’tan bir alıntı sunuyor; ancak alıntıyı tamamlasaydı daha iyi olurdu. Bu, Troçki'nin söylediklerini doğru bir şekilde yansıtmış olurdu. İşte eksik cümlelerin düzeltildiği alıntı:

İşçi sınıfının, köylülüğün, devlet aygıtının ve onun üyelerinin farklı ihtiyaçları, siyasi bir ifade bulmak için aracı olarak kullandıkları partimiz üzerinde etki yapmaktadır. Çağımızın zorluklar ve çelişkiler, proletaryanın farklı katmanlarının ya da proletarya ile köylülüğün çıkarları arasındaki geçici anlaşmazlıklar, işçi ve köylü hücreleri, devlet aygıtı ve öğrenci gençlik aracılığıyla parti üzerinde etki eder. Görüşlerdeki ve fikir nüanslarındaki dönemsel farklılıklar bile, farklı toplumsal çıkarların uzak baskısını ifade edebilir ve belirli koşullarda, istikrarlı gruplaşmalara dönüşebilir; bu gruplar da, er ya da geç, partinin geri kalanına karşı çıkan ve bu nedenle daha da büyük bir dış baskıya maruz kalan örgütlü gruplar haline gelebilirler. Komünist Parti’nin siyasi yaşamın yönlendirilmesini tekelinde tutmak zorunda olduğu bir çağda, parti içi gruplaşmaların diyalektiği böyledir. (The New Course, s. 27, vurgu eklenmiştir) [5]

Vurgulanan cümle, Troçki'nin tartıştığı konuyu doğru anlamanın anahtarıdır; Nicolas Krassó, bu cümleyi çıkararak, dikkatsiz bir okuyucuya kendi yorumunu sunabilmiştir. Bu cümlenin bulunduğu bölüm, Gruplar ve Fraksiyon Oluşumları'dır. Troçki bu bölümde, yukarıda da açıkça belirtildiği gibi, tek partili devletin siyasetini tartışıyordu. Genel olarak partilerden bahsetmiyordu, parti ile sınıfın aynı şey olduğunu da ima etmiyordu. Tek partinin siyasi faaliyetin öngörülen biçimi olduğu bir durumda grupların ve fraksiyonların doğasını araştırıyordu ve bunu yaparak yeni bir çığır açıyordu. Sosyalistler ve Marksistler için Sovyetler Birliği'ndeki durum yeni ve eşi görülmemiş bir durumdu. Elbette 1917'de kimse böyle bir durumu öngörememişti. 1920'lerdeki gelişmeler, Troçki'nin 1923'te söylediklerini doğrulamış gibi görünüyor. Nitekim, daha sonra tek partili devlet deneyimi, parti bu farklılıkları yansıtmadıkça, kabul edilen anlamıyla bir parti olmaktan çıktığını göstermektedir.

Troçki'nin "sosyolojizm" suçunu işlediği ve bunun onu önce teorik alanda parti ile sınıfı eşitleme tuzağına düşürdüğü, sonra da pratik siyasette bürokrasiye karşı panzehir olarak partinin proleterleşmesini savunduğu söylenir. Dahası, Stalin'in bu tavsiyeye uymasının Troçki için felaketle sonuçlandığı söylenir! Ancak Deutscher bu konuyu oldukça farklı bir şekilde ele alır:

Üçlü [Stalin, Kamenev ve Zinovyev] fabrikalarda hemen gösterişli bir üye kazanma kampanyası başlatmaya karar verdiler. Ancak Troçki dikkatli bir seçim yapılmasını tavsiye ederken, onlar toplu olarak üye kazanmaya, katılmak isteyen her işçiyi kabul etmeye ve tüm geleneksel test ve koşulları kaldırmaya karar verdiler. On Üçüncü Konferans'ta, tek seferde 100.000 işçinin üye olarak partiye alınmasını önerdiler... Bu, proletaryanın seçkinleri ve öncüleri olarak partinin yalnızca politik olarak ileri ve politik mücadelede tecrübeli kişileri kabul etmesini gerektiren Bolşevik örgütlenme ilkesiyle alay etmekti. (The Prophet Unarmed, s. 135)

Troçki, işçilerin üye yapılma sürecinin yavaş olması ve "sadece kayda değer bir ekonomik ilerleme koşullarında" olması gerektiğini vurguladı (The New Course, s. 20-21).[6] Burada, ilkel bir sosyolojizmden farklı bir tablo ortaya çıkıyor – işçiler iyi, bürokratlar kötü – burada Troçki'nin, işçi üyeliğinin azalması ve bunun partinin geleceği için doğuracağı sonuçlar gibi gerçek bir sorunla boğuştuğunu görüyoruz. Nicolas Krassó, devrimci sosyalist bir partinin toplumsal yapısının önemsiz olduğunu ima ediyor gibi görünüyor. Belki de demek istediği, böyle bir partinin işçiler için olması gerektiği, ama mutlaka işçilerden oluşması gerekmediğidir. Troçki, sosyalist devrimci partinin, özellikle iktidarda olan ve işçilerin sadece azınlığını temsil eden bir partinin, uzun vadede belirleyici bir çelişki olduğunu vurguluyordu.  Bu nedenle, durumu düzeltmek için adımlar atılması gerektiğini vurguluyordu. Troçki'nin bu dönemde Rusya'daki işçilere dair idealist bir bakış açısıyla yaklaştığını ima etmek biraz tuhaf. Bu dönemde kültür seviyesinin düşük olduğunu defalarca yazmış ve bunun yarattığı siyasi sorunları çok iyi anlamıştı.

Kolektifleştirme ve Sanayileşme

Az gelişmiş ülkelerdeki endüstriyel gelişme sorunu, özellikle kapitalist yörüngeden kurtulmuş ülkeler için hâlâ güncelliğini koruyan bir konudur. Bu gibi durumlarda şu soru ortaya çıkar: "Artı-değer nereden gelecek?" Bu gerçekten de çok önemli bir noktadır. Ancak Nicolas Krassó durumu çok fazla siyah-beyaz bir tablo ile resmediyor:

Buharin, şehirlerin aleyhine köylülerin zenginleşmesini öngören aşırı sağcı bir politika savunuyordu: "Arkamızda büyük köylü arabamızı çekerek küçük, çok küçük adımlarla ilerleyeceğiz." Preobrajenski ise hızlı sanayileşme için artı-değer biriktirmek amacıyla köylülerin (teknik ve ekonomik anlamda) sömürülmesini savunuyordu.

Elbette bu formülasyonların şiddetle çelişkili olduğunu göstermek mümkündür, çünkü bunlar sahtekârlıktır. Bu bağlamda Lenin'in politikasından bahsetmek yanıltıcıdır, çünkü ölümünden önce tam anlamıyla tutarlı ve açık bir politika formüle edecek zamanı bulamamıştır. Buharin ve Preobrajenski, kendi tutumlarını yansıtmayan bir şekilde sunulmaktadır. Bir başka nokta daha eklenmelidir: Troçki, Preobrajenski'nin The New Economics kitabında ortaya koyduğu fikirlere tamamen katılmıyordu; ancak Muhalefet’in ortaya koyduğu pratik politikalar konusunda aynı fikirde oldukları şüphesizdir. Bu nedenle Troçki ve Preobrajenski arasında bir ayrım yapmak gerekir.

Buharin, esasen, sanayinin gelişiminin kırsal talebe göre yönlendirilmesi ve hafif veya tüketim malları sanayisine öncelik verilmesi gerektiğini savunuyordu. Böyle bir politika, aslında kırsal kesimde kapitalist unsurların yeniden canlanmasını teşvik etti ve pratikte devlet sanayilerinin piyasaya tabi hale gelmesi anlamına geliyordu. Ancak, Buharin'in şehirlerin aleyhine köylülerin zenginleşmesini teşvik ettiğini söylemek yanlış olur, çünkü bu, işçi sınıfının sömürülmesi anlamına gelirdi. Şüphesiz politikasının amacı kırsal kesimde artı-değer yaratmak ve bunun da nihayetinde birikime yol açmasıydı. O, tarımsal artı-değerin mutlaka birikime yol açmayacağını anlamadı ve aslında kanıtlar, kapitalist yörüngedeki azgelişmiş ülkelerde bu artı-değerin büyük ölçüde israf edildiğini veya toprağa ve tefeciliğe yatırıldığını göstermektedir. Bu durum, değer yasasını bilinçli olarak çiğneyerek (görmezden gelmeyerek) aşılabilir.

Preobrajenski'nin analizi, başlangıçta, ekonominin çoğunluğu oluşturan özel sektörü (çoğunlukla tarım) ile küçük devlet sanayi sektörü arasındaki çelişkiyi ve hızlı bir endüstrileşme birikimi ihtiyacını ortaya koyan teorik bir analizdi. O, ilkel sosyalist birikim yasasını şu şekilde tanımladı:

Sosyalist üretim örgütlenmesine geçen bir ülke ekonomik olarak ne kadar geri, küçük burjuva ve köylü ise ve toplumsal devrim gerçekleştiğinde bu ülkenin proletaryasının sosyalist birikim fonuna alacağı miras ne kadar azsa, sosyalist birikim, orantılı olarak, sosyalist öncesi ekonomi biçimlerinin artı-ürününün bir kısmını yabancılaştırmaya o kadar fazla bel bağlamak zorunda kalacaktır. (The New Economics, s. 124)

Sovyet endüstrisinde mevcut olan mutlak ve göreceli artı-ürün miktarının az olması nedeniyle, asıl katkının tarımdan gelmesi gerektiğini savundu. Bu, köylülerin "tekniken sömürülmesi" anlamına gelir, ancak bu süreç açıklanmalıdır, çünkü terimin yarısı - teknik - unutulabilir ve diğer yarısı - sömürü - üzerinde yoğunlaşılabilir. Preobrajenski bu konuyu çok açık bir şekilde açıkladı:

Sosyalist devletin buradaki görevi, küçük burjuva üreticilerden kapitalizmin aldığından daha azını almak değil, ülkenin sanayileştirilmesi ve tarımın yoğunlaştırılması temelinde, küçük üretimi de içeren tüm ekonominin rasyonelleştirilmesi yoluyla küçük üreticilere sağlanacak daha büyük gelirlerden daha fazlasını almaktır. (The New Economics, s. 89, vurgular orijinal metinde)

Nicolas Krassó, bu tartışmaya, özünde statik bir ekonomi görüşü katarak şöyle diyor:

Köylüler ne kadar fakirse, kendi tükettiklerinin ötesinde o kadar az artı-değeri bulunuyor ve sanayileşme için o kadar az "sömürülebilir" oluyordu. Buharin'in köylülerle uzlaşma çabası ve Preobrajenski'nin onları proletarya ile karşı karşıya getirme çabası, Lenin'in politikasını eşit derecede çarpıtıyordu. Lenin'in politikası, köylüleri ezmek ve onlara savaş açmak yerine kolektifleştirmekti.

Şimdi, milli geliri veya toplumsal ürünü belirli bir miktar olarak görürsek, bir sınıfın payındaki artışın başka bir sınıfın payındaki azalmaya dayandığını iddia etmekte haklıyız. Ancak, milli geliri zamanla büyüklüğü artan bir akım olarak görürsek, herkesin toplam tüketiminin artmasının mümkün olduğunu, ancak aynı zamanda toplumun bir kesiminin öncekinden daha küçük bir yüzde payına sahip olabileceğini iddia edebiliriz.[7] Ancak bu, söz konusu soruna çok basitleştirilmiş bir yaklaşımdır.

Sorunu doğru bir şekilde anlamak için ilk yaklaşım, kısa vadede maksimum ve optimum birikim oranları arasındaki farkı açıkça ayırt etmektir. Nicolas Krassó, Stalin'in Sol Muhalefet'in ekonomi politikalarını devraldığını (ve bozduğunu) varsayarken tam da bu noktada yanılmaktadır. İlk Beş Yıllık Planlar aslında maksimum birikim oranı varsayımına dayanıyordu, ancak optimum bir oran hedeflenmiş olsaydı üretimin daha yavaş ve daha düşük bir oranda artacağı ortaya çıktı.

Bazıları, salt ekonomik açıdan optimum birikim oranını, belirli bir dönemde toplumsal ürünü maksimum miktarda artıran oran olarak kabul edebilir. Ancak hiçbir Marksist böyle bir tanımı kabul edemez, çünkü bu tanım ilgili sınıf güçlerini göz ardı eder. İşçi sınıfının yaşam standartlarını düşüren, moral bozukluğu ve siyasi ilgisizlik yaratan bir politika kesinlikle kabul edilemez. Dahası, emek verimliliğinin tüketim düzeyinden bağımsız olduğunu varsayan hiçbir hipotezi kabul etmek mümkün değildir. Stalinist bürokrasi, ilk iki Beş Yıllık Plan'da Sovyet tarımı ve Sovyet işçi sınıfı için felaketle sonuçlanan bir şekilde bunu yapmıştır. Maksimum birikim oranına ulaşma çılgınlığı içinde optimum birikim oranı benimsenmiş olsaydı, elde edilebilecek olan maksimum toplumsal ürün artışında bir düşün yaşandı.

Bir başka nokta da Nicolas Krassó'nun köylülük terimini gelişigüzel kullanmasıdır; orijinal tartışmanın hiçbir savunucusu böyle bir hata yapmamıştır. Platform of the Left Opposition 1927’e bakarsa, "köylüler arasındaki sınıf farklılaşması"nın analiz edildiğini görecektir. 1920'lerin ortalarında Rusya'nın kırsal kesimindeki durumu değerlendirmeye çalışırken, Nicolas Krassó'nun yaptığı gibi bir hata kabul edilemez. Sol Muhalefet, yoksul topraksız ve orta halli köylüleri destekleme politikasının yanı sıra cömert kredi koşulları ve tarımda makineleşmenin hızla uygulanması önerilerini ve tabii ki kooperatifler aracılığıyla kolektifleştirmeyi savunuyordu. Elbette Sovyetler Birliği'nde yeni bir kapitalist gelişimin temeli haline gelen Kulakları (bir sınıf olarak) kontrol altına alma ve nihayetinde ortadan kaldırma politikası izliyorlardı. Nicolas Krassó bunun yanlış olduğunu mu düşünüyor? Nicolas Krassó'nun "tarih tarafından doğrulanmış" olarak övdüğü Stalin, Buharin ile birlikte Muhalefet’in uyarılarını küçümsemiş, ancak daha sonra Kulakların artan gücü ve direnişi karşısında paniğe kapılmıştı. Bu sorun, acımasız ve kanlı bir baskı ile "çözüldü". Sol Muhalefetin politikasının bununla herhangi bir bağlantısı olduğunu öne sürmek, inandırıcılığı çok fazla zorlamaktır.

Nicolas Krassó'nun sanayileşme tartışmasıyla ilgili yaptığı en büyük hata, bunun öncelikle idari seçeneklerle ilgili olduğunu, "Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmasının ise yalnızca uluslararası ilişkilerle alakalı olduğunu öne sürmesidir. Herhangi bir geçiş rejiminde planlama, esasen "kıt kaynakların tahsisi" üzerine olacaktır. Burjuva ekonomisinin bu basmakalıp düşüncesi, kıt kaynakların tahsisi piyasa anarşisi ile değil bilinçli verilen kararlarla yapılacağı için gerçeğe dönüşecektir. Bununla birlikte, politik ekonominin temeli, kıt kaynakların, yani üretim araçlarının dağıtımında insanlar (ve sınıflar) arasındaki ilişkiler olmaya devam edecektir. Marksist ekonomiyi ayıran da işte bu temelden farklı yaklaşımdır. Nicolas Krassó, ekonominin "teknik" veya "idari" bir konu olduğunu varsaymakla hata yapmaktadır ve böylece teknik ile ideolojiyi birbirine karıştırmaktadır. Küba'da ahlaki ve maddi teşvikler konusundaki tartışma, ekonomi ve siyaset arasındaki kaynaşmanın ilginç bir örneğiydi. Kullanılan veya seçilen belirli teknikler, genel olarak, dayandıkları siyasi kararları (her ne kadar dağınık bir şekilde de olsa) yansıtacaktır. Örneğin, Wilson'ın 1964'te sterlini devalüe etmeme kararı, ekonomik krizle mücadele etmek için bir dizi teknik kullanmaktan alıkoydu. İlk karar siyasi bir karardı. O zamandan beri politikanın şu veya bu yönü hakkında tartışmak mümkündür ve aslında tartışmalıyız da, ancak merkezi siyasi karar dikkate alınmadığı sürece kaybolabiliriz.

Bu nedenle, ekonomi politikası ve "Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmalarının ayrı ve birbirinden bağımsız olduğunu öne sürmek, incelemeye dayanmaz. Ekonomi tartışması, ne kadar fazla artı-değer üretileceği ve bunun kime fayda sağlayacağı üzerineydi. "Tek Ülkede Sosyalizm" ise, kendi paylarını korumak isteyen bürokratların tepkisiydi. Her ikisi de Sovyetler Birliği'nin geri kalmışlığından ve izolasyonundan kaynaklanıyordu.

1927–1940

Bu dönemdeki bazı önemli teorik yazılara rağmen, Troçki'nin hayali bir siyasi hareketi yönettiği ve bu nedenle o yıllardaki faaliyetlerinin boşuna olduğu söylenir. Burada Dördüncü Enternasyonal'in artılarını veya eksilerini tartışmak istemiyorum. Benim yapmak istediğim, kendimce bazı sorular sormak. Kuruluşundan 30 yıl sonra, bu örgüt – Dördüncü Enternasyonal – nasıl oluyor da hâlâ varlığını sürdürüyor? A) İşçi sınıfının yenilgiye uğradığı bir dönemde kurulduğunu, b) küçük kadrolarının çoğunun Avrupa'da Gestapo veya Stalinistler tarafından öldürüldüğünü ve c) 1945'ten hemen sonraki yıllarda Stalinizmin büyük ölçüde güçlendiğini düşündüğümüzde, belki de doğru soruları sormaya başlıyoruz. 1930'larda ve 1940'larda var olan diğer sayısız anti-Stalinist grupları uluslararası sahnede aradığımızda, boşuna aradığımızı görüyoruz. Büyük bir devletin kaynaklarıyla Maoist bir "Enternasyonal" kurma yönündeki acınası girişimleri incelediğimizde, uluslararası Troçkist hareketin gerçek gücünü ve direncini ölçmeye başlayabiliriz. Bu örgüt, (İngiltere'deki bazı tuhaf tezahürlere rağmen) yaşlanan bir grup tarikatçıdan ibaret değildir. Aksine, gençler tarafından istikrarlı olarak yenilenmektedir ve son yıllarda sayıları artmıştır ve bu, dünya çapında bir olgudur. Asıl soru şu: Neden? Bence bu soruya en iyi cevap, Che Guevara'nın şu sözleriyle verilebilir:

Dünyanın dört bir yanında iki, üç veya daha fazla Vietnam, kendi paylarına düşen ölümlerle, büyük trajedilerle, her gün gösterdikleri kahramanlıklarla ve emperyalizme karşı tekrarlanan darbelerle gelişip, tüm dünya halklarının artan nefreti ve ani saldırılarıyla emperyalizmin güçlerini dağıtmaya yönelirse, ne kadar çabuk bir sürede parlak geleceğe bakabiliriz? (Vietnam Must Not Stand Alone, New Left Review, 43. sayı, s. 90)

Che Guevara'nın talep ettiği şey, emperyalizme karşı uluslararası bir stratejiydi. Zaman ve durum bunu gerektiriyor. Proleter enternasyonalizm kavramı, soyut bir teori değildir. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki gaziler, ölmek üzere olanlar ve savaşçılar, böyle bir stratejinin gerekliliğini haykırıyor ve bunun tanıkları oluyorlar. OLAS[8] konferansının düzenlenmesi, böyle bir Enternasyonal henüz ortaya çıkmamış olsa da, yeni bir devrimci Enternasyonal'in kurulması meselesini dolaylı olarak gündeme getirmiştir. 1938'de Dördüncü Enternasyonal'in kurulmasına tarihsel geçerliliğini veren de budur; efsanevi bir hareketle ilgili tüm alaycı sözler bunu silemez. Troçki, 1938'de etrafında toplanan küçük grubun Enternasyonal olacağını varsaymayacak kadar gerçekçiydi. Dördüncü Enternasyonal, yeni ve yükselen devrimci nesillere, klasik Marksizmin en iyi yönleriyle tarihsel bir süreklilik ve uluslararası sahnede rakipsiz olan modern dünyanın programatik bir analizini sunmaktadır.

Stalin'in Köpek Ölüleri

Nicolas Krassó'nun Troçki'yi resmettiği tablo, sadece katılığı, gelişmemişliği ve sıradanlığıyla dikkat çekiyordu. Bu cansız bir tabloydu ve Troçki'nin hatalarından ders çıkardığı, bunlardan yararlandığı veya olgunlaştığı hissini bize vermiyordu.

Makaleyi okuduktan sonra, Troçki'nin tüm kusurlarıyla birlikte tam donanımlı olarak siyaset sahnesine çıktığı ve gerçek bir değişim olmadığı izlenimine kapılıyorsunuz. Bu nedenle, bu figür kartondan bir figürdür.

Lenin'in portresi de aynı tarzda çizilmiştir. Lenin, tam doğru anda ortaya çıkıp kafası karışık partisini sıkıntılardan kurtaran bir tür deus ex machina [makineden bir tanrı-ç.n.] olarak gösterilmiştir. Bu, Lenin'i bir lider değil, siyasi bir Svengali[9] rolüne sokar. Lenin'in Bolşevik Partisi'nde muazzam bir rol oynadığına şüphe yok ve bu rol zaman zaman çok önemliydi, ancak tek taraflı bir değerlendirmenin kurbanı olmamak gerekir. Son tahlilde, böyle bir tablo Lenin'e ve kesinlikle Bolşeviklere yakışmıyor.

Peki, Troçki'nin parti kavramını neden şimdi tartışıyoruz? Bu çalışmanın amacı neydi? Nicolas Krassó'nun makalesindeki diğer tüm hataların yanı sıra, en şaşırtıcı olanı sonuçların eksikliğidir. Bu uzun makale sadece "tarihsel" bir analiz çalışması mıydı? Sadece burada, Wilson hükümeti dönemindeki Britanya'da değil, uluslararası alanda da Marksist parti meselesi yakıcı bir güncelliğe sahip. Ancak Nicolas Krassó bu konuda sessiz kalıyor. Makalede örtük olarak, burada ve şimdi Leninist bir partiye ihtiyaç olduğu görüşü yer alıyor ve bunun Troçki'nin parti kavramıyla arasındaki örtük farkı bir kenara bırakırsak, eğer durum böyleyse bunun belirtilmesi gerektiği düşünülür. Ancak bu önemli konuda, elimizde bir soru işareti bile kalmıyor, tam bir boşluk bırakılmıştır. Bu da Troçki'nin Marksizmini değil, Nicolas Krassó'nun Marksizmini sorgulamaya yol açar. Marksist teorinin amacı nedir? Sadece bireysel zekâları keskinleştirmek ve bilemek mi, yoksa eyleme rehberlik etmek mi olmalı? Bu aksiyomun kaba bir yorumunu benimsemek gerekmez, ancak her bakış açısı bir programı da içermelidir. Ve Nicolas Krassó'nun makalesinin ciddi eksiklikleri burada ortaya çıkıyor: Bir program yok.

Bu eksikliğin bir başka yönü de Lenin veya Troçki'nin uluslararası parti kavramına ilişkin herhangi bir analizin bulunmamasıdır; Troçki'nin entelektüeller üzerine yazdığı nispeten önemsiz bir makaleyi bu kadar derinlemesine inceleyen biri için çok garip bir ihmal. Bu nasıl açıklanabilir? Bu tür akademik araştırmalar, Enternasyonal meselesine ilişkin bir şeyler ortaya çıkarmış olmalıdır, ancak orijinal makaleyi okuyan bir okuyucu buna dair hiçbir ipucu bulamaz. Bu eksikliği ancak Nicolas Krassó açıklayabilir, okuyucunun bu konuda varsayımlarda bulunması akıllıca olmaz.

Troçki'nin Marksizme katkısının tartışılması teşvik edici ve ödüllendirici olabilirdi. Elbette eleştirel olmalıydı, ancak eleştiri bilgi ve anlayışla dengelenmelidir. Ne yazık ki, bize Lenin'in "takıntısı" ile bezeli, sindirilmemiş tarihsel veriler sunuldu; bunların hiçbiri aklı başında bir değerlendirmeye varmamıza yardımcı olmuyor. The Prophet Armed [Silahlı Peygamber-ç.n.] kitabının önsözünde Isaac Deutscher, Troçki'nin tarihteki yerini kaplayan "ölü köpekler dağı"ndan bahsetmiş ve 1956'daki olayların (Macaristan vb.) bu dağın yarısının rüzgâra kapılıp savrulmasından bahsetmişti. Nicolas Krassó, farkında olmadan, bu köpek ölülerinden birkaçını dağdaki kalıntılarına geri atıyor. Bugün çevremizdeki dünyaya baktığımızda, onun Knud[10] gibi bir uğraş içinde olduğu görülüyor. Bariz yetenekleri daha iyi bir şekilde kullanılmayı hak ediyor.



[1] "Metafizik karnaval" konusunda, Marx'ın Fransa'da Sınıf Mücadeleleri adlı eserinde "sürekli devrim" ifadesini ilk kez kullandığını belirtmek yerinde olabilir. Marx şöyle yazmıştır: "Bu sosyalizm, devrimin sürekliliğinin ilanıdır..." (The Class Struggles in France (Moskova 1952), s. 196) Troçki beceriksizlikle suçlanacaksa, o zaman Marx ile birlikte hata yapmıştır.

[2] IntroductionThe Age of Permanent Revolution: A Trotsky Anthology (Dell Publishing, New York 1964).

[3] V.I. Lenin, Speech in the Moscow Soviet of Workers’, Peasants’ and Red Army DeputiesCollected Works, Vol. 27.

[4] L.D. Troçki, The Intelligentsia and Socialism.

[5] L.D. Troçki, The New Course.

[6] L.D. Troçki, The New Course.

[7] Bu, Wilson & Co'nun daha yüksek verimlilik taleplerinde ortaya koyduğu bilindik argümanlara benzeyebilir. Bu kısa vadede biçimsel olarak doğru bir argümandır, ancak Marksistler için asıl soru, fazlalıkla kimin ne yapacağıdır. Fazlalık özel mülkiyete geçerse veya bürokratik olarak kötüye kullanılırsa, mücadele burada başlamalıdır. Üretim artışına karşı başlı başına bir argümanımız yok.

[8] Organización Latinoamericana de Solidaridad - Latin Amerika Dayanışma Örgütü. Salvador Allende’nin girişimiyle 1967’de Küba’da kurulan örgüt, devrimci ve anti-emperyalist hareketlerden oluşuyordu. Örgütün sloganı “Her devrimcinin görevi devrimi yapmaktır" idi. (ç.n.)

[9] Zorba, dominant anlamına gelen bu terim, 19. yüzyıl yazarı George du Maurier’in “Trilby” adlı romanındaki kurgusal karakter Svengali’den türetilmiştir.

[10] İngiltere, Danimarka, Norveç ve İsveç’in bir kısmında hüküm sürmüş Viking kralı. Papa tarafından Hıristiyanlığı kabul etmiş ilk Viking kralı olarak tanınan Knud, efsaneye göre tahtını deniz kıyısına kurmuş ve gelgitin durmasını, ayaklarını ve cüppelerini ıslatmamasını emretmiştir. Fakat gelgit Knud’un emrini dinlemeyerek kendisini ıslatmıştır. Knud gibi uğraşmak, durdurulamayacak gelişimi kibirli bir şekilde engellemeye çalışmak anlamına gelir. (ç.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Trump’ın Avrupa’yla Dansı

Geçtiğimiz hafta yayımlanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi, dünya gündeminin zirvesinden inmiyor. Belge hakkındaki tartışmaların ön...