2 Kasım 2016 Çarşamba

Yemen’de Savaş Büyüyor

(Toplumsal Özgürlük, Kasım Aralık sayısı)

Husilerin belkemiğini oluşturduğu Ensarullah’ın önderliğinde başlayan ve Suudi Arabistan karşıtı olanların da katılımıyla büyüyen direniş, Suudilerin Yemen’deki bataklığını genişletiyor. Suudiler için giderek felakete dönüşen savaşta “füzeler” dönemi de başlamış durumda. 

Husilerin öncülüğündeki direniş yayılıyor 

Geçtiğimiz aylarda “Yemenli mühendislerin” ürettiği belirtilen Burkan isimli füzenin Suudi hedeflerini vurmasıyla savaşta yeni bir boyuta geçilmişti. Nitekim bu füzenin ardından Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir savaş gemisinin yine füzeyle batırılmasıyla birlikte “dışsal” saldırılara karşı savunma durumunda bulunan Yemen ordusu-Ensarullah’un artık saldırı durumuna geçtikleri görüldü. 

Diğer yandan Yemen ordusu-Ensarullah güçleri, Yemen sınırındaki Suudi bölgeleri Nicran ve Hizan’da ilerlemeye devam ederek kent merkezlerine yaklaştılar. Ayrıca bu bölgedeki aşiretlerin de desteğini almaya başlayan bu güçler, savaşın alanını Kuzey Yemen’den Suudi Arabistan’ın güneyine doğru yaymış durumdalar. 

Suudiler çıkmaz içinde 

Yemen’deki savaşa müdahil olmasıyla birlikte yaptığı hava saldırılarıyla binlerce sivilin ölmesine neden olan Suudi Arabistan, artık savaşın önderliğini yürütemeyeceği bir noktaya doğru ilerliyor. Saldırılarına başladığından beri bütçe açığı 200 milyar dolara yaklaşan Suudi ekonomisi savaş giderlerini karşılayamayacak durumda. 

Bununla birlikte Suudilerin varlığının en büyük teminatçısı ABD ise savaşa fiilen girmeye yönelik hamlelerine başlamış durumda. Yemen ordusu-Ensarullah’un füze saldırılarına cevap gecikmedi ve ABD gemileri kendilerine saldırıldığı gerekçesiyle Husilere ait hedefleri vurdu. “Tehlike oluşturan hedefleri vurmaya devam edeceğini” belirterek ABD, savaşa fiilen dahil olduğunu açığa vurmuş oldu. 

ABD’nin savaşa fiilen girmesi, her ne kadar Suudilerin ve ortaklarının güç kazanmasını sağlayacak olsa da, savaşın bitmesini sağlama konusunda netlik sağlamayacaktır. Yoğun saldırılardan sağlam ve kazanımlar sağlayarak çıkan ve envanterlerine füzeleri de katan Yemen ordusu-Ensarullah güçlerinin ABD’ye bir ikinci Vietnam/Afganistan/Irak yaşatma potansiyelleri oldukça yüksek. Bu durum Yemen’deki savaşın hem şiddetinin hem de alanının giderek büyüyeceğinin işaret ediyor. 

Halep Düğümü Sıkılaşıyor

(Toplumsal Özgürlük, Kasım Aralık 2016 sayısı)

4 Eylül’de başlayan Halep kuşatması bütün hızıyla sürüyor. Savaş öncesinde ülkenin ekonomik merkezi olan, fakat savaşla birlikte Suriye’de savaşan taraflarının tüm güçlerini ortaya koydukları arenaya dönüşen Halep, savaşın sonucunu belirleyecek yer olma özelliğini de taşıyor. 

Halep “asabiyeti” 

Esad-İran-Hizbullah hattının büyük bir güçle başlattığı kuşatma, yavaş fakat kararlı bir süreklilikle devam ediyor. 

Geçtiğimiz iki ay boyunca hem kuşatılan alana yönelik saldırının şiddeti hem de kuşatmanın kırılabileceği alanlara yönelik saldırılara karşı gösterilen savunma dirayeti bunun en büyük göstergesi. Esad-İran-Hizbullah hattı Halep’in alınmasını savaşı kazanmakla eş görüyor, çünkü Halep’e sahip olduklarında hem “muhaliflerin” moral ve motivasyonlarını bitirerek çöküşe sürüklemiş hem de ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan büyük bir kazanım sağlamış olmayı planlıyorlar. Bu yüzden 

Palmira’nın alınmasından sonra Rusya’nın Halep kuşatmasına helikopter ve uçaklarla fiilen katılması bu hattın “asabiyetini” ortaya koyuyor. Gösterilen bu “asabiyet” ortaya koyduğu pratiklerle sadece bir mevzi/ alan/güç kazanmadan ibaret olmadığını, savaşı sonuna kadar götürme iradesini de içerdiğini gösteriyor. 

ABD Halep’ten vazgeçti mi? 

ABD’nin “girişimleriyle” başlatılan Musul operasyonu, Halep ile Musul’un ABD ve Rusya arasında paylaşıldığına dair analizlere yol açmış durumda. Fakat hem hegemon güçlerin böyle bir “Kayserili” pazarlığına girme gerçekliğinin olmaması hem de savaş alanının yakıcılığı bu analizleri boşa düşürmüş durumda. 

Kuşatma sürecinde ABD uçaklarının “bilmeden” vurarak altmışa yakın Suriye askerini öldürmesinde olduğu gibi ABD’nin farklı yerde fakat doğrudan müdahalesi devam ediyor. Bununla birlikte “muhalif ” El Nusra ise hem sivilleri hem de insani yardım konvoylarını vurmaya devam etmekle kalmıyor, kuşatmayı kırmak için bütün güçleriyle Halep’in batısına büyük bir saldırı düzenliyor. Dolayısıyla ne Halep’in Rusya’ya bırakılmışlığı var ne de “muhaliflerin” Halep’i öylece terk edeceği. 

Halep kuşatmasının kendi öznel niteliğinin yanı sıra Suriye savaşının gidişatı açısından bütünsel bir anlam da taşıyor. Savaş sürecinde tarafların genel anlayışı olabildiğince mevziler kazanarak “barış” görüşmelerinde masaya daha güçlü oturmaya çalışmak idi. Halep kuşatmasında gösterilen “asabiyet” ise Rusya-Esad-İran-Hizbullah hattının bu anlayış dışına çıkarak, doğrudan sonuca ulaşmayı hedefleyen bir anlayışa yöneldiklerini gösteriyor. Nitekim artık “barış” görüşmelerinin esamesinin okunmaması, her iki tarafın da savaş alanına yöneldiğini gösteriyor. Dolayısıyla Halep’te giderek sıkılaşan düğümün çözümü, savaşın sonucunu belirlemede giderek büyük önem kazanıyor. 

Masadaki Hesap Musul’a Uyar mı?

(Toplumsal Özgürlük, Kasım Aralık sayısı)

Yılan hikayesine dönüşen Musul’u “kurtarma” operasyonu nihayet başladı. Uzun süredir devam eden “kim Musul’a girecek” ve sonrasında “kim Musul’da kalacak” pazarlıkları ise hala devam ediyor. Bu pazarlık süreci hem operasyonun gidişatını hem de sonrasını belirleme konusunda oldukça önemli olacak. 

Musul kapışması 

Musul operasyonunun esas gücünü Irak ordusu, Peşmerge güçleri ve Haşd eş Şaabi oluşturuyor. Bunlarla birlikte Türkiye’nin eğittiği Haşd el Vatani güçleri, Sünni aşiretlerin oluşturduğu ve Irak ordusu ile hareket eden Haşd el Aşairi ve Musullu Hıristiyanların kurduğu birlikler de bu operasyona katılıyor.

Belirtilen bu güçlerin operasyona katılımlarının belirlenmesinde, hem bu güçlerin birbirleri arasındaki hem de “müttefiklerinin” birbirleri arasındaki pazarlıklar önemli bir etken oldu. Iraklı güçler, özellikle Irak hükümeti ile Peşmerge güçleri, arasındaki kente kimin sahibi olacağı sorusu kısmi olarak çözüme kavuşturulsa da hala tartışmalı. Irak ordusunun öncülüğünde kente girilmesi ve Peşmerge ile Haşd eş Şaabi’nin kente girmeyip çevresinde duracağı konusunda bir konsensüs oluşmuş durumda. Fakat Barzani’nin gözü daima yeni Irak Anayasası kabul edildiğinden beri durumu tartışmalı olan Musul’da. Dolayısıyla Peşmerge hem olası bir boşlukta Musul’u ele geçirmek için önemli mevziler kapmak, hem de Musul’a girmemesi üzerinden kimi kazanımlar elde etmeye çalışacaktır. Öte yandan Iraklı Şiilerin Ayetullahı Ali Sistani›nin çağrısıyla kurulan Haşd eş Şaabi de bu durumu kolayca kabul etmeyecektir. Her ne kadar içinde Sünniler ve Hıristiyanlar bulunsa da belkemiğini Şiilerin oluşturduğu Haşd eş Şaabi, hem yolsuzluk hem de parasal ve teknik bağlardan dolayı ABD›ye sıkıca bağlı olan Irak ordusundan farklı bir yapıya sahip. Haşd eş Şaabi, İran’a tamamen angaje olmamakla birlikte Arap kimliğini de öne çıkartan ayrı bir güç olarak Musul›a olabildiğince yakın ve «hakim» olmaya çalışarak kendini ortaya koymaya çalışıyor. 

Irak ordusu ise Musul üzerindeki hakimiyetini ne Peşmerge ile ne de Haşd eş Şaabi ile paylaşmayıp, IŞİD fırtınası sonrasında dağılan “karizmasını” toparlayarak, ülkedeki esas gücün kendisi olduğunu göstermek istiyor. Irak ordusunun diğer iki gruba nazaran “ulusal” niteliğe ve Musul yerel güçleriyle bağlantılara sahip olması, kendisinin bu süreçte önde olmasını sağlıyor. 

ABD ve İran’ın hesapları 

Iraklı güçlerin yanı sıra ABD ve İran da operasyon aracılığıyla bölge politikalarını uygulamaya yönelmiş durumdalar.

IŞİD’in bölgeye yayılmasında önemli pay sahibi olan ABD, Musul üzerinden hem Irak hükümeti hem de Barzani üzerindeki hegemonyasını devam ettirmek istiyor. Diğer yandan da IŞİD’i Suriye’ye doğru kürerek hem Suriye’ye girmeyi, hem de Suriye-İran-Rusya’yı yeni bir IŞİD dalgasıyla zor duruma sokmayı planlıyor. Nükleer anlaşma sonrası Ortadoğu’da önü açılan ve kaldırılan ambargoyla birlikte özellikle AB sermayesiyle ilişkilerini giderek geliştiren İran için de Musul büyük bir önem taşıyor.

Bu yüzden İran bir yandan Haşd eş Şaabi aracılığıyla diğer yandan ABD’nin etkisinden kurtarmak istediği Irak ordusu ile yaptığı “ittifakla” Musul üzerinde egemen olmaya çalışarak, Ortadoğu’daki etki alanına bir “mevzi” daha katmayı hedefliyor. 

Operasyon 

Bütün bunlarla birlikte gerek Kerkük saldırısı, gerekse Musul çevresindeki hazırlıklar IŞİD’in kolay teslim olmayacağını gösteriyor. Dolayısıyla tarafların bütün hesaplarının kolayca ve kısa sürede gerçekleşebilmesi pek mümkün gözükmüyor. Fakat operasyonun bitiminde IŞİD’in Musul’dan çıkarılacağı öngörülebilirse de, sonrasında Musul’un kime kalacağı sorusunun cevaplanmasında operasyon sürecinde yaşanacaklar ile belirtilen aktörlerin pozisyonları ve güçleri belirleyici olacaktır. 

Türkiye-ABD-Rusya Arasındaki Gerilim Artıyor

(Toplumsal Özgürlük, Kasım Aralık 2016 sayısı)

Türkiye ise bu bağımlığını kısmen de gevşetecek (ama kopartmayacak) adımların fırsatını kolluyor. 

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ile ABD eksenindeki rotasını izlemeye başlayan Türkiye, son yıllarda dünya çapında etkisi giderek artan Rusya’yla da ilişkilerini geliştirmeye devam ediyor. Bu ilişkiler Rus uçağının düşürülmesi sürecinde olduğu gibi kimi zamanlarda düşüş gösterse de, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olduğu gibi yüksek seviyeye de çıkıyor. Ve bu durum Türkiye-ABD-Rusya arasında üçlü bir gerilim noktası oluşturuyor. 

Rusya ile “iyileşen” ilişkiler 

Son yıllardaki Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşmasının ilk büyük belirtilerinden biri, Erdoğan’ın Putin’e Kasım 2012’de başlayarak birçok defa söylediği (15 Temmuz’dan sonra da dile getirilen) “Hadi gelin bizi Şangay Beşlisi’ne dahil edin, biz de AB’yi gözden geçirelim” sözleri. Şangay Beşlisi’ne üyelik yerine Türkiye’ye gözlemcilik verilmesi, AKP/ Erdoğan için önemli bir koz olmaya devam ediyor. 

Bununla birlikte AKP/ Erdoğan iktidarının başlangıcından bu yana özellikle ekonomi alanında Rusya ile Türkiye arasında büyük boyutlara ulaşan sıkı bir işbirliği söz konusu. Bu ekonomik işbirliği 24 Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesinden sonra dibe vurmuş olsa da, geçtiğimiz Haziran ayında gerçekleşen görüşmeler sonucunda tekrardan ilerlemeye başladı. İki ülkenin de birbirleri için önemli birer pazar olmaları, Türkiye ve Rusya’nın politik alandaki gerilimlerini “ekonomiye” yansıtmama konusunda önemli bir hassasiyet göstermelerine neden oluyor. 

Rusya ile ilişkilerin geçtiğimiz bir yıl içinde baş döndürücü şekilde olmasını sağlayan bir diğer olay 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Darbe girişimi sonrasında Rusya’nın yaptığı istihbarat desteğinin vurgulanmasıyla birlikte Rusya cephesinden yapılan açıklamalar önemli bir değişikliği gösteriyor. Putin’in başdanışmanlarından Alexander Dugin’in darbenin ABD tarafından yapıldığını vurgulayarak Türkiye’ye destek sunması ve Türkiye’nin yüzünü doğuya dönmesi gerektiğini belirtmesi; yine Rus uçağının düşürülmesinden sonra “İstanbul’a atom bombası atalım” diyen Duma Meclisi eski Başkan yardımcısı Vladimir Jirinovski’nin 15 Temmuz sonrasında “Erdoğan bizim adamımız, onu kimse devirmeye cesaret edemez” diye açıklama yapması bu değişikliğin göstergeleri. 

Füze savunma sistemleri 

15 Temmuz sonrasında Ankara’nın önemli gündem maddelerinden biri olan füze savunma sistemi de Rusya ile olan ilişkilerde önemli bir nokta. Türkiye Esad’ın olası saldırılarına karşı bir füze savunma sistemi alınmasına yönelik ihale açmış ve ihaleyi Çin firması CPMIEC almıştı. 

Bu durumda NATO içinde büyük tartışmalar yol açmış ve ihale iptal edilmiş, NATO Patriot füzelerini yollamıştı. Şimdi ise Türkiye füze sisteminde NATO’ya olan bağlılığını, 15 Temmuz’un lütfüyle

ve Rusya’nın desteğiyle S-400 füzelerini alarak aşmayı istiyor. Fakat bu durumun sanılan aksine basit bir silah alışverişini aşan niteliği bulunuyor. Türkiye’nin bir NATO ülkesi olmasından dolayı, NATO dışından alınacak bir füze savunma sistemi, o sistemin NATO sistemine girmesini sağlayacak. Dolayısıyla bu durum NATO’nun güvenlik çemberinin kırılması anlamına geleceğinden kesinlikle izin veremeyeceği bir durum. Öte yandan ABD ise hem Suriye’deki Rus S-400 füzelerine karşın hem de Türkiye’nin füze savunma ihtiyacını gidermek için SM-3 füzelerini bulunduran Aegis firkateynlerini Doğu Akdeniz’e yerleştirmiş durumda. 

ABD boş durmuyor 

15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin Rusya ile teması arttırmasına ABD soğukkanlılıkla yaklaşıyor. 

AKP/ Erdoğan’ın darbe girişiminin ardında ABD’nin olduğunu sıklıkla vurgulamasına ve Fethullah Gülen’i iade edilmesine dair yapılan girişimlerinin sürekli reddedilmesine yönelik Türkiye’nin gösterdiği tepkilere rağmen ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisi devam ediyor. Nitekim 6 Kasım’da ABD Genelkurmay Başkanı Dunford’un Ankara’ya gelerek Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar görüşmesi sonrasında önemli kararlar alındı. 

Bu kararlardan en önemlisi ise ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General Joseph Votel’e düzenli olarak rapor verecek olan ABD’li üst düzey bir subayın Ankara’daki Genelkurmay Karargâhı’nda görevlendirilmesi. Böylece ABD’nin Türk ordusu içindeki etkisini ve denetimini arttırmış oldu. 

Türkiye’nin gerek NATO ile askeri olarak gerekse Dünya Bankası-IMF ile ekonomik anlamda ABD ile olan kurumsal bağları, kapitalizmin içinde çıkamadığı yapısal krizinin de etkisiyle Türkiye’yi giderek daha “ABD’ye” bağımlı kılıyor. Öte yandan Rusya da bu bağların sıkılığının farkında olmakla birlikte “düşmanının cephesinde” delik açma ya da mevziler kazanma çabasını Türkiye üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. Türkiye ise bu bağımlılığını kısmen de gevşetecek (ama kopartmayacak) adımların fırsatını kolluyor. Tarafların bu çabaları da Türkiye-ABD-Rusya arasındaki gerilimin giderek artmasına neden oluyor. 

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...