(El Yazmaları, 6 Mart 2024)
Kapitalizmin yapısal krizi derinleşip genişledikçe
oluşturduğu düzen de sarsılmaya devam ediyor. Bu sarsılmalar doğrudan yıkıcı
etkilerde bulunmamakla birlikte düzenin ayakta kalma gücüne darbe vuruyor.
Nitekim Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki ilk toplantısında kapitalist düzenin
zayıfladığı belirtilirken, geçtiğimiz ay gerçekleşen Münih Güvenlik
Konferansı’nda dünyanın “Batı ve diğerleri” olarak bölünmeye başladığı öne
sürülüyor. Sarsılma, zayıflama ve bölünme kapitalist düzenin başat güçleri ABD
ve Avrupa arasındaki bağları bir yandan önemli oranda güçlendirmeye devam
ederken diğer yandan da inceltici gerilimlere neden olmakta.
Batı’nın “Birliği” Sürüyor
ABD ve Avrupa’nın birliğini güçlendirerek sürdürdükleri konu
Rusya. Rusya’ya yönelik yaptırım ve kuşatmalarda “Batı” olarak hareket ediliyor
ve hareketin şiddeti artırılıyor. Son olarak AB’nin de desteğiyle ABD, Ukrayna
işgali ve Alexey Navalni’nin ölümü nedeniyle Rusya’nın mali ve askeri
kurumlarına 500’den fazla yeni yaptırım uygulayacağını açıkladı. Rusya’nın
enerji üretimini, finansal işlemlerini ve askeri teknolojisini gerçekleştiren
kurumlarını hedef alan yaptırımlar ile Rusya’nın askeri ve ekonomik gücüne
darbe vurulması planlanıyor.
Yaptırımların yanı sıra doğrudan askeri hamleler yapmaya
yönelik hazırlıklar da artıyor. İngiltere Ukrayna’nın Karadeniz’i kontrol
etmesine yardımcı olmak için güvenlik anlaşması imzalamaya çalışıyor,
Washington Helsinki ile ABD askerlerinin Finlandiya’da bulunmasına izin veren
savunma anlaşmasını imzalıyor, NATO Avrupa’da hava savunma sistemlerini
güçlendirme ve füze üretimini artırma kararı alıyor ve Alman Federal Meclisi
Ukrayna’ya uzun menzilli füze vermeyi onaylıyor.
Bunlara ek olarak Ukrayna ile “şimdilik” İngiltere, Fransa,
Almanya, İtalya, Kanada ve Hollanda’nın imzaladığı 10 yıllık güvenlik garantisi
anlaşması ile Batı’nın merkez ülkelerinin Rusya ile doğrudan savaşmayı ciddi
bir olasılıkla ele aldıkları görülüyor. Keza geçtiğimiz yıl AB içinde gaz
tüketiminin %13 azalması ve AB’nin alternatif gaz kaynakları buluyor olması da
Rusya’dan gaz alınımının bitirilmesinin ve böylece Rusya ile ekonomik
ilişkilerin tamamen kesilmesinin amaçlandığını ortaya koyuyor.
Rusya’ya yönelik hamlelerin yoğunluğunu merkez ülkeler
oluşturmakla birlikte çevrelemeye yönelik girişimler de hız kazanıyor. AB
Gürcistan’a aday statüsü verirken Ukrayna ve Moldova ile katılma görüşmelerine
başlıyor. Bu hamleyle birlikte AB, Rusya’nın coğrafi ve askerinin yanı sıra
ekonomik olarak kuşatılmasında da başat rol oynamaya çalışıyor.
Batı’daki “Gerilimler” Artıyor
Batı’nın Rusya’ya yönelik hamlelerinde öne çıkan birlik
görüntüsünün ardındaki gerilim hattı ise çeşitli yönlerden gelen akımlarla
beslenerek görünür hale geliyor. Bu akımların başlıcalarını Almanya içindeki
“farklılıklar” ile ABD’ye duyulması istenen yakınlığın derecesine yönelik
“farklılıklar” oluşturmakta.
AB’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olan
Almanya’nın sanayi üretimi 2017’den beri düşüşte. ABD’li şirketlerin rekabete
girmesi, Çin’in Almanya’dan ithalatı kısması ve Rus doğalgazının ucuza alımının
bitmesi bu düşüşte oldukça etken. Bu düşüşü geri çevirmek için başta İngiltere
ve ABD ile işbirliği içinde olan Yeşiller olmak üzere merkez sağ CDU/CSU ile
“sosyal-demokrat” SPD’nin önemli bir bölümü sermayenin çıkarlarını savunmanın
gereği olarak askeri sanayinin geliştirilmesine yönelmiş durumdalar.
Almanya’nın 1993-2023 arasındaki 30 yıllık süreçte savunma sanayii ihracatından
kaybının 240 milyar avro olduğu ileri sürerek hamlelerini meşrulaştırmaya
çalışıyorlar.
Buna karşılık ise Almanya’da kitlelerin Yeşiller, CDU/CSU ve
SPD’den uzaklaşarak küçük ve orta burjuvaziye dayanan ırkçı AfD ya da
sol-popülist Sahra Wagenknecht İttifakı gibi “ulusal”a önem veren akımlara
yöneldiği görülüyor. Dolayısıyla sermayenin krizi ile sermaye gruplarının kendi
aralarındaki ve halkın sermaye grupları arasındaki gerilim hatlarının keskin
bir yol ayrımına yaklaşan Almanya’nın önümüzdeki dönemde izleyeceği
politikalarda belirleyici olacağı görülüyor.
ABD’ye duyulacak yakınlık ise Avrupa içerisindeki
“farklılıkları” öne çıkarmaya başlamış durumda. ABD ile tam bir birlik
içerisinde olmayı savunanlar ile ABD’den kopmadan “özerk” bir konum almayı
savunanlar arasında gerilim, karşısında “birlik” olunduğu izleniminin verildiği
Rusya’ya yönelik uygulanacak politikalara da yansıyor.
ABD ile birliği savunanların başında ise İngiltere ve Fransa
ile birlikte Rusya’ya yakın ülkeler olan Çekya, Polonya ve Baltık ülkeleri
geliyor.
İleride gerekirse Kiev’e asker gönderebileceğini dile
getirerek ön alan Fransa ile İngiltere, ABD’nin gücünü arkalarına alarak eski
emperyal günlerinin nostaljisiyle küresel güçler liginin zirvesine çıkmayı
hedefliyorlar. Bunun yolunun kendilerine yeni sömürge ve pazarlar kazandıracak
olan “savaştan” geçtiğini görmelerinden dolayı ateşi büyütmeye çalışıyorlar.
Kimi iddialara göre Trump’ın başkan seçilmesi durumunda askeri ve ekonomik
yardım gelmeyeceğini düşünerek şimdiden kendi askeri sanayilerini geliştirmeye
hazırlanmaktalar.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyal güçlerin
desteğiyle Çekya, Polonya ve Baltık ülkelerinde iktidara gelen sermaye yanlısı
güçler ise Ukrayna’dan sonra sıranın kendilerine geleceğini düşünerek Kiev’in
Rusya’ya karşı savaşının şiddetinin yükseltilmesini savunmaktalar. Bu bağlamda
AB içindeki merkeziyetçi eğilimlere karşı çıkacağını açıkça belirten Polonya
gelişmiş bir hava savunma sistemine sahip olmak için Washington ile 2,5 milyar
dolarlık bir anlaşma imzalarken topraklarında 10 bin ABD askerinin bulunmasına
izin veriyor, Litvanya ise ABD birliklerinin Avrupa’dan ayrılmasına karşı
olduğunu açıkça söylüyor, Çekya devlet başkanı Petr Pavel Ukrayna’ya desteğin
yetersiz kalması durumunda AB ülkelerinin askeri birlikler göndermesi
gerektiğini ifade ediyor. Böylece eski Doğu Bloku ülkeleri de ABD’ye yaslanarak
AB içerisinde ve bölgelerinde güç ve alan kazanmaya çabalıyorlar.
ABD yanlılarına karşı ise “özerklik” şiarını ileri
sürenlerin sesi de şiddetleniyor.
Slovakya Başbakanı Fico Rusya yanlısı söylemlerde
bulunurken, Macaristan Kiev’e silah sevkiyatına katılmıyor, Rusya’ya karşı
yaptırımları desteklemiyor, nükleer santralin inşasına devam ediyor.
Halihazırda AB’nin Kiev’e yaptığı yardım ABD’ninkileri aşmış
olmasına rağmen AB Komisyonu’nun Kiev’e 50 milyar avroluk askeri yardımda
bulunma çabası itirazlarla karşılanıyor. Bu itirazlarda önemli nokta ise
ABD’nin Ukrayna-Rusya savaşının yükünü Avrupa’ya yıkmaya çalışmasına karşı
gelinmesi. ABD, AB ülkelerini Rusya’nın varlıklarını müsadere ederek ve kendi
kaynaklarını kullanarak Ukrayna’daki savaşı finanse etmelerini dayatmaya
çalışıyor.
ABD’nin bu politikasına karşı gelenlerin başında sanayi
sermayesi bulunuyor. Rus gazından koparılan Avrupa’nın pahalı Amerikan LNG’sine
muhtaç edilmesi ve Rusya’ya yönelik yaptırımlar nedeniyle yaşanan maliyet
artışı ve pazar yitimi nedeniyle büyük kayıp yaşayan sanayi sermayesi fazladan
bir fatura daha ödemek istemiyor. Askeri sanayiye geçişin kârlı olsa da en az
10 yıllık bir süreye ihtiyaç olması sanayi sermayesini “özerk” ya da “ulusal”
politika izlemeye itiyor. Bununla bağlantılı olarak Alman şansölyesi Scholz da
sahada bulunan İngiltere gibi “savaşa katılan taraf olmamaya” çalıştıklarını
(uzun menzilli füzeleri gönderen başkasıydı!) söyleyerek Ukrayna’ya asker
göndermeye karşı olduğunu ifade etti. Bu ifadenin İngiltere’yi “ispiyonlayarak”
edilmesi ve diğer yandan da Avrupa Birliği’nin ABD ve İngiltere’den ayrı olarak
19 Şubat’ta Kızıldeniz’de “Aspides” misyonuna başlaması da “özerklik”
arayışının masada olduğuna işaret etmekte.
Sermaye grupları ve iktidar güçleri arasındaki çelişki ve
gerilimler düzen içi muhalefete de sıçramış durumda. Avrupa Parlamentosu (AP)
seçimlerine dair anketlerde ülkelerinde üst sıralarda gözüken Almanya için
Alternatif (AfD) ile Fransız Ulusal Birlik (RN) arasında gerilim, seçim
sonrasında AP’deki üçüncü olması beklenen Kimlik ve Demokrasi (ID) gruplarını
dağıtma ihtimalini de ortaya çıkarmakta. Önümüzdeki seçimlerde başkan olması
ciddi bir olasılık olan Le Pen daha halk nezdinde kabul edilebilir bir çizgi
izlemek isterken AfD’nin göçmen düşmanı ve ırkçı çizgide ısrarcı olması
gerilimi artırıyor. Le Pen’i kabul edilebilir çizgi izlemeye iten ana sebep ise
önce Fransız işçilerinin şimdilerde ise çiftçilerin sokakları zapt eden
eylemleri.
Dolayısıyla işçiler ve emekçiler ile sermaye arasındaki
sınıf savaşımı, sermaye grupları arasındaki çatışmalar kadar ırkçı gruplar
arasındaki çatışmalarda da belirleyici düzeye ulaşmakta.
Fransa’yı sarsan çiftçilerin eylemleri, kapitalizmin yapısal
krizi göz önüne alındığında hiç de ihtimal dışı olmayan bir şekilde, önümüzdeki
günlerde Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki işçiler, emekçiler ve köylülere
sıçradığı takdirde Batı’nın içindeki ve arasındaki “gerilimi” derinleştirerek
“başka bir Batı ve dünyanın mümkün” olabileceği yol açılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder