İnsan, gerek kendisinin evrimleşmesi süreci, gerekse diğer canlılardan ayrışma sürecinde doğayı içselleştirerek, doğayla bir bütün halinde hareket etmiştir. Bu hareket sürecinde insan, doğayı izlemiş, denemiş ve elde ettiği sonuçlarla doğayı tanımayı çalışmış, onu anlamdırarak eylemlerini belirlemeye çalışmıştır. Bu eylemlerin başında ve temelinde olan insanın her gün kendisini yeniden üretmesini sağlayan üretim biçiminin, insanların kolektif aksiyonuna dayanmasından dolayı, bu doğayı tanımlama ve anlama çalışmalarının da üretim biçimi kadar süreklilik ve tekrar olması sağlayacak şekilde sistemli olmasını gerektirmiştir. Dolayısıyla insanlar ihtiyaçlarından dolayı bir düşünceler sistemini yani inancı yaratmışlardır.
İnanç, insanların ihtiyaçlarından ortaya çıkarak sosyal, ekonomik ve kültürel alanlara girerek, bu alanları etkilemeye ve bu alanlardan etkilenmeye başlamıştır. İnsanlar, doğayı, ekonomik faaliyetlerini, hukuklarını vs. kısaca yaşamlarını belirlerken, o zamanki bilgi ve deneyim birikiminin çerçevesinde ve ihtiyaçları doğrultusunda inançlarını belirlemiş ve inançlarının da belirlenmesini sağlamışlardır. Üretim biçiminin giderek sistemleşip, genişlik kazanmasıyla işbölümüne yol açması, inancın da sistemlilik kazanmasına ve sistemli inançlı uğraşan özel kişilerin oluşmasına yol açmıştır. Bu özel kişiler giderek toplum içinde statüleri yükselmiş ve toplum içinde önemli bir kurumsallaşma oluşturmuşlardır. Bu kurumsallaşmayla birlikte bir takım kurallar, eylemler belirlenerek toplum üzerinde egemenlik kurulmuştur.
Din de, inanç gibi insanın ihtiyaçlarından çıkmasına rağmen üretim biçimindeki iş bölümünün özelleşmesiyle birlikte bir takım kişilere özel olarak toplumda kurumsallaşmıştır. Böylece bir ihtiyacın karşılanması olarak ortaya çıkmasına rağmen, topluma hükmeden egemenler için bir ideolojik aygıta dönüşmüştür.
Bilimin gelişmesiyle birlikte insanlığın inancı daha da somutlaşmış ve böylece din ve dini kurumlar sorgulanmaya başlanmıştır. İnsanların bilimsel düşünceye ve eyleme olan ihtiyacının dinsel inanca olan ihtiyacını aşmasını sağlayan bu sorgulamalarla birlikte, dinin ve dinsel kurumların yönetim ve dünyevi işlerden uzaklaştırılması gerektiğini söyleyen laiklik düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bu düşünceyle toplumsal yaşamda dinin inanışların yerine bilimsel olgular yerlerini almaya başlamıştır. Fakat kapitalizmin ortaya çıkması ve gelişme süreciyle birlikte yükselen işçi sınıfın bilincine karşılık bu sınıf bilincini yok etmek veya üstünü örtmek için din tekrardan egemenlerin bir ideolojik aygıtı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla laiklik kurumsal olarak yerleşememiş ve birçok inancın yok edilmesine yol açmıştır. Özgürlükçü laiklik anlayışı da böyle bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.
Özgürlükçü laiklik inançların ve inanç kurumlarının, herhangi bir hegemonya altında kalmadan yaşanmasını ve yaşamasını savunur. Bütün inançların ve inançsızlığın özgürce yaşanmasını savunur. İnançların ihtiyaçlarının devletten karşılanmasını değil inançlılardan karşılanmasını savunur. Özgürlükçü laiklik, inançları ve inançsızlığı bireylerin vicdani meselesi olarak görür ve özgürce ifade edilerek yaşanmasını savunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder