5 Ağustos 2025 Salı

(Çeviri) Eleştirel Araştırmanın Eleştirisi (1) – Jean-Paul Sartre

 Çevirenin Notu: Jean-Paul Sartre’nin Diyalektik Aklın Eleştirisi kitabının ilk cildinin ikinci kısmı olan “Eleştirel Araştırmanın Eleştirisi” on iki bölümden oluşmaktadır. Verso Yayınları’nın 2004 baskısından yaptığımız çevirinin her hafta iki bölümü yayımlanacaktır. Bu hafta “Eleştirel Araştırmanın Temeli” ve “Anlaşılabilirlik Olarak Diyalektik Akıl” başlıklı bölümlerini yayımlıyoruz.

1 - Eleştirel Araştırmanın Temeli

Bu araştırmanın mümkün olabilmesi için yerine getirmesi gereken soyut koşulları biliyoruz. Ancak bu koşullar, onun bireysel gerçekliğini belirsiz bırakır. Aynı şekilde, Doğa bilimlerinde, hangi fiziksel olgunun araştırılacağını, hangi araçların kullanılacağını veya hangi deneysel sistemin tanımlanıp inşa edileceğini bilmeden, bir deneyin (deneyimin) amacı ve geçerli olması için gereken koşullar hakkında genel bir fikre sahip olabiliriz. Başka bir deyişle, bilimsel bir hipotez kendi deneysel gerekliliklerini içerir; kanıtın karşılaması gereken koşulları ana hatlarıyla belirtir; ancak bu başlangıç şeması test edilecek varsayımdan yalnızca biçimsel olarak ayırt edilebilir. Hipotezin bazen deneysel bir fikir olarak adlandırılmasının nedeni budur. Tasarlanan deneye kendine özgü fizyonomisini veren tarihsel koşullardır (aletlerin tarihi, çağdaş bilgi durumu): Örneğin Faraday, Foucault ve Maxwell, şu ya da bu sonucu elde etmek için şu ya da bu sistemi kurmuşlardır. Ancak bizi ilgilendiren, bütüncül bir araştırma sorunudur ve bu, açıkça, kesin bilimlerin deneyleriyle yalnızca son derece uzak bir benzerlik taşıdığı anlamına gelir. Bununla birlikte, o da kendini teknik tikelliği içinde sunmalı, kullandığı düşünce araçlarını detaylandırmalı, oluşturacağı somut sistemin (yani deneysel pratiğinde dışsallaştırılacak yapısal gerçekliğin) ana hatlarını çizmelidir. Şimdi belirteceğimiz şey budur.[1] Diyalektik sürecin gerçekliğini hangi özel deneyle açığa çıkarmayı ve kanıtlamayı bekleyebiliriz? Hangi araçlara ihtiyacımız var? Bunların uygulama noktası nedir? Hangi deneysel sistemi inşa etmeliyiz? Hangi gerçekler temelinde? Ne tür bir çıkarım savunulacak? Kanıtlarının geçerliliği ne olacak?

2 - Anlaşılabilirlik Olarak Diyalektik Akıl

Bu sorulara cevap verebilmek için bazı kılavuz ilkelere sahip olmalıyız; bu da tamamen nesnenin talep ettiği şey tarafından sağlanır. Dolayısıyla bu temel talebe yönelmeliyiz. Ancak bu talep "Varlık yasasının, yani bilgi yasasının bağıntılı olarak diyalektik olduğu söylenebilecek ontolojik bölgeler var mıdır?" gibi basit bir soruya indirgenirse, onu anlaşılmaz hale getirme ve bir tür aşırı empirizme ya da Engels tarafından formüle edilen yasaların donukluğuna ve rastlantısallığına geri dönme riski ciddidir. Eğer bu bölgeleri doğal bölgelerin (örneğin iklimi, hidrografisi, orografisi, florası ve faunası vb. ile birlikte bir bölgenin) keşfedildiği gibi keşfedecek olsaydık, o zaman keşif sadece bulunmuş bir şeyin donukluğunu paylaşırdı. Öte yandan diyalektik kategorilerimizi, Kant'ın pozitivist Akıl için yaptığı gibi, onlar olmaksızın deneyimin imkânsızlığı üzerine temellendirecek olsaydık, o zaman gerçekten de başarırdık ama bunu olguların donukluğuyla kirletmiş olurduk. Gerçekten de, “Deneyim diye bir şey olacaksa, insan zihni duyusal çeşitliliği sentetik yargılarla birleştirebilmelidir” demek, nihayetinde tüm eleştirel yapıyı anlaşılmaz bir yargıya (bir olgu yargısına) dayandırmak demektir: “Ama deneyim gerçekleşir.” Ve daha sonra göreceğiz ki diyalektik Aklın kendisi pozitivist Aklın anlaşılabilirliğidir; ve pozitivist Aklın kendisini ilk başta deneysel anlaşılabilirliğin anlaşılmaz yasası olarak sunmasının nedeni tam da budur.[2]

Bununla birlikte, diyalektik Akıl ilk olarak insan ilişkileri yoluyla kavranmak zorundaysa, o zaman onun temel özellikleri, kendi anlaşılabilirliği içinde zorunlu bir deneyim olarak ortaya çıkmasını gerektirir. Söz konusu olan onun varlığını basitçe iddia etmek değil, herhangi bir ampirik keşiften bağımsız olarak, onun anlaşılabilirliği aracılığıyla varlığını doğrudan deneyimlemektir. Başka bir deyişle, eğer diyalektik varlığın ve bilginin nedeni ise, en azından belirli bölgelerde, kendisini çifte anlaşılabilirlik olarak göstermelidir. İlk olarak, dünyanın ve bilginin yasası olarak diyalektiğin kendisi anlaşılabilir olmalıdır; böylece pozitivist Aklın aksine, kendi anlaşılabilirliğini kendi içinde barındırmalıdır. İkinci olarak, eğer gerçek bir olgu -örneğin tarihsel bir süreç- diyalektik olarak gelişiyorsa, onun ortaya çıkışının ve oluşunun yasası -bilgi açısından- onun anlaşılabilirliğinin saf zemini olmalıdır. Şimdilik sadece özgün anlaşılabilirlikle ilgileniyoruz. Bu anlaşılabilirlik -diyalektiğin yarı saydamlığı- Engels ve Naville gibi sadece diyalektik yasaları ilan etmekle ortaya çıkamaz, ancak bu yasaların her biri diyalektiği bir bütün olarak ortaya koyan basit bir taslak olarak sunulmalıdır. Pozitivist Aklın kuralları ayrı talimatlar olarak görünür (bu Akıl, diyalektik Aklın sınırlayıcı bir örneği olarak ve onun bakış açısından görülmediği sürece). Diyalektik Aklın sözde “yasalarının” her biri diyalektiğin bütünüdür: aksi takdirde diyalektik diyalektik bir süreç olmaktan çıkar ve teorisyenin praksisi olarak düşünce zorunlu olarak süreksiz olur. Dolayısıyla diyalektik Aklın temel anlaşılabilirliği, eğer varsa, bir bütünselleştirmenin anlaşılırlığıdır. Başka bir deyişle, varlık ile bilgi arasındaki ayrımımız açısından, diyalektik, en azından bir ontolojik bölgede, içinden çıktığı bütünselliğin kavranışında kendini durmaksızın bütünleştiren ve kendisini nesnesi haline getiren bir düşüncenin doğrudan erişebildiği bir bütünsellik süreci yaşanıyorsa vardır.

Hegel ve öğrencileri tarafından ifade edilen yasaların ilk başta anlaşılır görünmediği sıklıkla gözlemlenmiştir; tek başlarına ele alındıklarında yanlış veya gereksiz bile görünebilirler. Hyppolite, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının -eğer bu şema kendi içinde tasavvur edilirse- zorunlu olarak bir olumlama olmadığını ikna edici bir şekilde göstermiştir. Benzer şekilde, ilk bakışta, çelişkiler arasındaki karşıtlık diyalektik sürecin itici gücü gibi görünmemektedir. Örneğin Hamelin, tüm sistemini zıtlıklar arasındaki karşıtlık üzerine kurmuştur. Ya da başka bir örnek vermek gerekirse, çelişkileri kendi içinde korurken onları aşan yeni bir gerçekliğin nasıl olup da hem onlara indirgenemez hem de onlar açısından anlaşılabilir olabileceğini görmek zordur. Ancak bu zorluklar sadece diyalektik “ilkeler” ya salt veri ya da tümevarım yasaları olarak algılandıkları için, kısacası pozitivist Aklın bakış açısından, pozitivist Aklın kendi “kategorilerini” algıladığı gibi algılandıkları için ortaya çıkmaktadır. Bu sözde diyalektik yasaların her biri, bütünsellik açısından bakıldığında mükemmel bir şekilde anlaşılabilir hale gelir. Bu nedenle eleştirel araştırmanın şu temel soruyu sorması gerekir: Bütünselliğin varoluşun ta kendisi olduğu bir varlık alanı var mıdır?


 



[1] Bu anlar aslında çoğunlukla birbirinden ayrılamaz. Ancak metodolojik düşüncenin en azından aklın inatçılığına bir örnek teşkil etmesi yerindedir.

[2] Burada Kant'ın sonraki çalışmalarından ziyade Saf Aklın Eleştirisi'ni düşünüyorum. Kant'ın yaşamının son döneminde, anlaşılabilirlik gereksiniminin onu diyalektik Aklın eşiğine kadar götürdüğü açıkça gösterilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...