Çevirenin Notu: Jean-Paul Sartre’nin Diyalektik Aklın Eleştirisi kitabının ilk cildinin ikinci kısmı olan “Eleştirel Araştırmanın Eleştirisi” on iki bölümden oluşmaktadır. Verso Yayınları’nın 2004 baskısından yaptığımız çevirinin her hafta iki bölümü yayımlanacaktır. Bu hafta “Eleştirel Araştırmanın Temeli” ve “Anlaşılabilirlik Olarak Diyalektik Akıl” başlıklı bölümlerini yayımlıyoruz.
1 - Eleştirel
Araştırmanın Temeli
Bu araştırmanın mümkün olabilmesi
için yerine getirmesi gereken soyut koşulları biliyoruz. Ancak bu koşullar,
onun bireysel gerçekliğini belirsiz bırakır. Aynı şekilde, Doğa bilimlerinde,
hangi fiziksel olgunun araştırılacağını, hangi araçların kullanılacağını veya
hangi deneysel sistemin tanımlanıp inşa edileceğini bilmeden, bir deneyin (deneyimin)
amacı ve geçerli olması için gereken koşullar hakkında genel bir fikre
sahip olabiliriz. Başka bir deyişle, bilimsel bir hipotez kendi deneysel
gerekliliklerini içerir; kanıtın karşılaması gereken koşulları ana
hatlarıyla belirtir; ancak bu başlangıç şeması test edilecek varsayımdan
yalnızca biçimsel olarak ayırt edilebilir. Hipotezin bazen deneysel bir fikir
olarak adlandırılmasının nedeni budur. Tasarlanan deneye kendine özgü
fizyonomisini veren tarihsel koşullardır (aletlerin tarihi, çağdaş bilgi
durumu): Örneğin Faraday, Foucault ve Maxwell, şu ya da bu sonucu elde etmek
için şu ya da bu sistemi kurmuşlardır. Ancak bizi ilgilendiren, bütüncül bir
araştırma sorunudur ve bu, açıkça, kesin bilimlerin deneyleriyle yalnızca son
derece uzak bir benzerlik taşıdığı anlamına gelir. Bununla birlikte, o da
kendini teknik tikelliği içinde sunmalı, kullandığı düşünce araçlarını
detaylandırmalı, oluşturacağı somut sistemin (yani deneysel pratiğinde dışsallaştırılacak
yapısal gerçekliğin) ana hatlarını çizmelidir. Şimdi
belirteceğimiz şey budur.[1] Diyalektik
sürecin gerçekliğini hangi özel deneyle açığa çıkarmayı ve kanıtlamayı
bekleyebiliriz? Hangi araçlara ihtiyacımız var? Bunların uygulama noktası
nedir? Hangi deneysel sistemi inşa etmeliyiz? Hangi gerçekler temelinde? Ne tür
bir çıkarım savunulacak? Kanıtlarının geçerliliği ne olacak?
2 - Anlaşılabilirlik
Olarak Diyalektik Akıl
Bu sorulara cevap verebilmek için bazı kılavuz
ilkelere sahip olmalıyız; bu da tamamen nesnenin talep ettiği şey tarafından
sağlanır. Dolayısıyla bu temel talebe yönelmeliyiz. Ancak bu talep "Varlık
yasasının, yani bilgi yasasının bağıntılı olarak diyalektik olduğu
söylenebilecek ontolojik bölgeler var mıdır?" gibi basit bir soruya
indirgenirse, onu anlaşılmaz hale getirme ve bir tür aşırı empirizme ya da
Engels tarafından formüle edilen yasaların donukluğuna ve rastlantısallığına
geri dönme riski ciddidir. Eğer bu bölgeleri doğal bölgelerin (örneğin
iklimi, hidrografisi, orografisi, florası ve faunası vb. ile birlikte bir
bölgenin) keşfedildiği gibi keşfedecek olsaydık, o zaman keşif sadece bulunmuş
bir şeyin donukluğunu paylaşırdı. Öte yandan diyalektik kategorilerimizi, Kant'ın
pozitivist Akıl için yaptığı gibi, onlar olmaksızın deneyimin imkânsızlığı
üzerine temellendirecek olsaydık, o zaman gerçekten de başarırdık ama bunu
olguların donukluğuyla kirletmiş olurduk. Gerçekten de, “Deneyim diye bir şey
olacaksa, insan zihni duyusal çeşitliliği sentetik yargılarla
birleştirebilmelidir” demek, nihayetinde tüm eleştirel yapıyı anlaşılmaz bir
yargıya (bir olgu yargısına) dayandırmak demektir: “Ama deneyim gerçekleşir.”
Ve daha sonra göreceğiz ki diyalektik Aklın kendisi pozitivist Aklın
anlaşılabilirliğidir; ve pozitivist Aklın kendisini ilk başta deneysel
anlaşılabilirliğin anlaşılmaz yasası olarak sunmasının nedeni tam da budur.[2]
Bununla birlikte, diyalektik Akıl ilk olarak insan
ilişkileri yoluyla kavranmak zorundaysa, o zaman onun temel özellikleri, kendi
anlaşılabilirliği içinde zorunlu bir deneyim olarak ortaya çıkmasını
gerektirir. Söz konusu olan onun varlığını basitçe iddia etmek değil, herhangi
bir ampirik keşiften bağımsız olarak, onun anlaşılabilirliği
aracılığıyla varlığını doğrudan deneyimlemektir. Başka bir deyişle, eğer
diyalektik varlığın ve bilginin nedeni ise, en azından belirli bölgelerde,
kendisini çifte anlaşılabilirlik olarak göstermelidir. İlk olarak, dünyanın ve
bilginin yasası olarak diyalektiğin kendisi anlaşılabilir olmalıdır; böylece
pozitivist Aklın aksine, kendi anlaşılabilirliğini kendi içinde
barındırmalıdır. İkinci olarak, eğer gerçek bir olgu -örneğin tarihsel bir
süreç- diyalektik olarak gelişiyorsa, onun ortaya çıkışının ve oluşunun yasası
-bilgi açısından- onun anlaşılabilirliğinin saf zemini olmalıdır. Şimdilik
sadece özgün anlaşılabilirlikle ilgileniyoruz. Bu anlaşılabilirlik
-diyalektiğin yarı saydamlığı- Engels ve Naville gibi sadece diyalektik
yasaları ilan etmekle ortaya çıkamaz, ancak bu yasaların her biri diyalektiği
bir bütün olarak ortaya koyan basit bir taslak olarak sunulmalıdır. Pozitivist
Aklın kuralları ayrı talimatlar olarak görünür (bu Akıl, diyalektik Aklın
sınırlayıcı bir örneği olarak ve onun bakış açısından görülmediği sürece).
Diyalektik Aklın sözde “yasalarının” her biri diyalektiğin bütünüdür: aksi
takdirde diyalektik diyalektik bir süreç olmaktan çıkar ve teorisyenin praksisi
olarak düşünce zorunlu olarak süreksiz olur. Dolayısıyla diyalektik Aklın
temel anlaşılabilirliği, eğer varsa, bir bütünselleştirmenin anlaşılırlığıdır.
Başka bir deyişle, varlık ile bilgi arasındaki ayrımımız açısından, diyalektik,
en azından bir ontolojik bölgede, içinden çıktığı bütünselliğin kavranışında
kendini durmaksızın bütünleştiren ve kendisini nesnesi haline getiren bir
düşüncenin doğrudan erişebildiği bir bütünsellik süreci yaşanıyorsa vardır.
Hegel ve öğrencileri tarafından ifade edilen
yasaların ilk başta anlaşılır görünmediği sıklıkla gözlemlenmiştir; tek
başlarına ele alındıklarında yanlış veya gereksiz bile görünebilirler.
Hyppolite, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının -eğer bu şema kendi içinde tasavvur
edilirse- zorunlu olarak bir olumlama olmadığını ikna edici bir şekilde
göstermiştir. Benzer şekilde, ilk bakışta, çelişkiler arasındaki karşıtlık
diyalektik sürecin itici gücü gibi görünmemektedir. Örneğin Hamelin, tüm
sistemini zıtlıklar arasındaki karşıtlık üzerine kurmuştur. Ya da başka bir
örnek vermek gerekirse, çelişkileri kendi içinde korurken onları aşan yeni bir
gerçekliğin nasıl olup da hem onlara indirgenemez hem de onlar açısından anlaşılabilir
olabileceğini görmek zordur. Ancak bu zorluklar sadece diyalektik “ilkeler” ya
salt veri ya da tümevarım yasaları olarak algılandıkları için, kısacası
pozitivist Aklın bakış açısından, pozitivist Aklın kendi “kategorilerini”
algıladığı gibi algılandıkları için ortaya çıkmaktadır. Bu sözde diyalektik
yasaların her biri, bütünsellik açısından bakıldığında mükemmel bir şekilde
anlaşılabilir hale gelir. Bu nedenle eleştirel araştırmanın şu temel soruyu
sorması gerekir: Bütünselliğin varoluşun ta kendisi olduğu bir varlık alanı var
mıdır?
[1]
Bu anlar aslında çoğunlukla
birbirinden ayrılamaz. Ancak metodolojik düşüncenin en azından aklın
inatçılığına bir örnek teşkil etmesi yerindedir.
[2] Burada Kant'ın sonraki çalışmalarından ziyade Saf Aklın Eleştirisi'ni
düşünüyorum. Kant'ın yaşamının son döneminde, anlaşılabilirlik gereksiniminin
onu diyalektik Aklın eşiğine kadar götürdüğü açıkça gösterilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder