6 Aralık 2011 Salı

Toplum ve Tarih

İnsan, yaşamın başlangıcından beri var olmaya çalışmıştır. Var olmaya çalışırken önüne çıkan engelleri aşmak için çeşitli araçlar, kurumlar, yapılar oluşturmuştur. Ve yüzyıllar, binyıllar süren bu çabaları birikerek bugünkü insanlığın mirasını oluşturmuştur.

Bu miraslardan en önemlilerinden biri de kuşkusuz toplumdur. İnsan, varoluşundan bu yana sürekli bir toplum içinde var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Peki toplum nedir? Toplum, birtakım insanlardan oluşmuş topluluktur. Peki toplum nasıl oluşur? Toplum başta kendisini oluşturan insanlar olmak üzere yaşadığı çevre, bulunduğu tarihsel ortamdan oluşur.

Toplumu oluşturan çevre ve tarihsel ortam nedir?

İnsan ilk önce yaşadığı toprağa, havaya kısacası coğrafyaya göre yaşamayı öğrenir. Daha sonra çevresinde bulunan insanları tanır. Bu insanlardan geçmişten gelen gelenek, görenekleri, davranış alışkanlıklarını yani tarihini öğrenir. Bunlarla birlikte yaşamasını sağlayacak, ihtiyaçlarını giderecek olan aletlerle tanışır, onları kullanmayı öğrenir. Ve son olarak da coğrafyayı, tarihi, aletleri diğer insanlarla kolektif (ortak) bir şekilde kullanmayı öğrenerek kendi tarihini yazmaya başlar. Ama bu tarih, alet keşfi ve kolektif aksiyon dünyanın her yerinde ve her toplumda aynı anda ve belirli bir sırayla oluşmamıştır.

Coğrafya

İlk insanlar yaşadıkları çevreden beslenerek hayatta kalmışlardır. Bu dönemde ağaçlardan ve topraktan topladıkları besinlerle beslenmişlerdir. Bu beslenme şekli de doğal olarak bağlı bulundukları coğrafyayla ilişkili olmuşlardır. Bu dönemde insanlar kolay şekilde beslenebildikleri coğrafyalarda ikamet etmişlerdir.

Alet

Daha sonra alet geliştirmeye başlayan insanlar doğanın nimetlerinden daha fazla yararlanmaya başlamıştır. Bununla birlikte daha önce gitmediği coğrafyaları gitmeye başlamış, doğayı daha derinden inceleyerek nimetlerinden daha da çok faydalanmaya başlamıştır.

Kolektif Aksiyon ve Tarih

İnsanlar doğadan yararlanarak yarattıkları bu zenginliklerin sonucunda çeşitli toplumlar oluşturmuştur. Bu toplumlar ve yarattıkları kolektif aksiyonla medeniyetler oluşturdular. Bu medeniyetler, kendileri gibi medeni olmayan yani barbar diye nitelendirdikleri toplumlarla savaşarak onları himayeleri altına almaya çalıştılar. Çoğu zaman bunda başarılı olsalar da, sonunda bu barbarlar tarafından yıkılarak yeni bir medeniyete ulaştılar. Ve bu savaşlar onların, yani toplumların tarihi oldular ve geleceklerine ışık tuttular.

Avcı-Toplayıcılık’tan Tarım’a

İlk olarak ağaçlardan ve topraktan yetişen bitkilerle beslenen insanlar, daha sonra doğadaki hayvanlardan yararlanmaya başlarlar. Bunun için çeşitli av aletleri icat ederler. Fakat hayvanların yakalanması için bireysel çaba yeterli değildir. Bunun için kolektif bir çaba gereklidir. Böylece insanlar bir araya gelmeye başlayarak toplumu oluşturmaya başlarlar. Nitekim toprağı sürmeyi öğrenerek (bu öğrenmeyi kadınlar sağlamışlardır) topraktan daha fazla yararlanmaya başlayan insanlar, toplumlarını giderek genişletmeye başlamışlardır. Bu genişleme sonucunda diğer toplumlarla iletişime geçmişlerdir. Bu iletişim zamanla savaşa dönüşmüş ve bu savaşlar ilk olarak diğerlerine göre daha iyi örgütlenmiş toplumların zaferleriyle sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonucunda da barbarlar medeniler tarafından köle olarak alınarak çalıştırılmaya başlanmıştır.

Köleler, büyük oranda topraktan geçimini sağlayan bu toplumlarda tarımda çalıştırılmaya başlanmıştır. Böylece bu köle sahipleri, köle sahibi olmayan ve kendi tarlalarında kendileri çalışanlara göre daha zengin olmaya başladılar. Bu zenginlik arttıkça daha fazla toprak sahibi, yönetimde de daha fazla söz sahibi olmaya başladılar. Örneğin Roma’da “patrisyen” adı verilen sınıf köle sahibi olan sınıftı. Bu sınıftan insanlar, Roma Senatosu’nda söz sahibiydiler. Köle sahibi olmayan ve kendi topraklarında kendileri çalışan sınıf ise “pleb” sınıfı idi. Bu sınıftan insanlar da değil Senato’da söz sahibi olmak, Roma vatandaşı olmaları bile zordu. Nitekim bu durum köle sahibi olmayan sınıflarda gitgide yoksullaşmaya yol açtı. Böylece köle sahipleri sadece savaşlarda değil, aynı zamanda fakirleşen pleblerden de köle sahibi olmaya başlamıştı. Bu durum toplumda bir tarafta köle sahipleri, diğer yanda ise kölelerin fazlalaşmasına yol açtı. Bunun sonucunda bu toplumların örgütlülükleri zayıflamıştı. Bu sırada tekrar güçlenmeye başlayan ve medenilere göre eşitliklerini ve kardeşliklerini koruyan barbar toplumların insanları, bu medeni toplumlara, onların zenginliklerinden yararlanmak için, tekrardan saldırılara başlamıştı. Zaten sınıflar arasındaki zıtlığın keskinleşmesiyle zayıflamış olan köleci toplum bu saldırılarla birlikte yok olma noktasına gelmişti. En sonunda da barbarlar ‘köleci’ medenileri yenerek medeniyetlerine son verdiler. Ve “Toplumsal Devrim”i gerçekleştirerek yeni bir çağ açtılar.

Beylerden Kapitalistlere

Kendilerini köle yapan medenilerin medeniyetlerini deviren barbarlar, bu medeniyetleri kendi gelenek-göreneklerine göre yorumlayarak kabul etmişlerdir. Bu süreçte barbar akınlarından kaçanlar ise büyük toprak beylerine sığınmışlardır. Bu beylerde giderek etkinliğini artıran Papa’ya bağlıydı. İsa peygamberin ölümüyle birlikte Hristiyanlık özellikle Avrupa’da giderek yayılmaya başlamıştı. İlk kez ortaya çıktığında Hristiyanlık, kölelere özgürlük ve bütün insanlara da eşit büyüklükte toprak sahibi olmayı vaat ediyordu. Böylece başta köleler olmak üzere kendi emeğiyle geçinen emekçileri yanına çekmeye başlamıştı. Her ne kadar Roma İmparatorluğu Hristiyanları zor, baskı ve ölümle engellemeye çalışsa da başarılı olamadı ve Hristiyanlık yayılmaya devam etti. Ama Roma İmparatorluğu da bu duruma daha fazla yabancı kalmayarak Hristiyanlığı resmi dini olarak kabul etti. Böylece Hristiyanlığı köle ve yoksulların eşitlikçi, özgürlükçü ütopyasından ayırarak, kendi baskı ve sömürü aracının bir aleti olarak kullanmaya başladı. Nitekim Roma İmparatorluğu’nun barbar akınları sonucunda yıkılmasıyla Hristiyanlık, toprak beylerinin yanına kaçan insanların üzerindeki etkisini daha da arttırdı. Avrupa’da tek merkezi gücün Roma’daki Papalık kurumunun olmasıyla birlikte bu etki en üst düzeye çıktı. Aynı şekilde başta Anadolu olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya egemen olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da padişahın aynı zamanda halife olması nedeniyle burada da dinin egemenliği üst düzeydeydi.

Dinin bu kadar egemen olmasında siyasi durumdan daha etkili olan ekonomik durumun etkisi vardı. Toprak beylerinin yanına sığınan insanlar kölelikten kurtulmuşlardı ama hayatta kalmak zorundaydılar. Ve toprak beylerinin yanlarında çalışmaya başladılar. Bu topraklarda çalışanlar, elde ettikleri ürünlerin bir kısmını kendilerine alırlarken büyükçe bir kısmını ise beylerine vermekteydiler. Fakat emekçiler aynı zamanda bu toprağın demirbaşlarıydılar. Yani toprak beyi toprağını başkasına sattığı takdirde emekçi, başka bir toprakta çalışamazdı. Bu toprakta, toprağın yeni sahibi için çalışmak zorundaydı. Nitekim bu zorunluluğu da toprakların büyük kısmına Tanrı adına sahip olan Papa veyahut Allah adına hepsine sahip olan Padişah belirliyordu. Fakat bu düzene karşı emekçiler sessiz kalmıyorlardı. Dinin egemen olmasından dolayı emekçiler tepkilerini mezhepler aracılığıyla gösteriyorlardı. Hristiyanlığın etkili olduğu yerlerde Münzerciler, İslamiyetin egemen olduğu yerlerde Aleviler emekçilerin eşit, özgür ve sömürüsüz yaşam isteklerini dile getiriyor ve isyan bayrağını açıyorlardı. Fakat bu isyanlar kimi zaman zafer kazansa da sonunda kaybediyorlardı.

Bir yanda sömürüye karşı emekçiler ayaklanırken, diğer yandan da sömürenler bu isyanları başka kanallara akıtmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle Papa Doğu’nun zenginliklerini anlatarak emekçileri İslama karşı, Padişah da Cihad çağrısı yaparak Hristiyanlığa karşı savaşa çağırıyordu. Bunun sonucunda Haçlı Seferleri düzenleniyor, Viyana kapılarına dayanılıyor, ama olan hayatını kaybeden emekçilere oluyordu.

Bu savaşlar sadece askeri alanda olmuyordu. Osmanlı’nın İpek Yolu’nu ele geçirmesiyle birlikte Avrupalılar yeni ticaret yolları keşfetmek zorunda kalmıştı. Bu keşifler coğrafi keşiflerle birlikte teknik gelişmelere de yol açmıştı. Bu gelişmelerle birlikte liman kentlerinde ticaret gelişmeye başlamış, tüccarlar ve tefeciler para biriktirerek sermaye oluşturmaya ve burjuva sınıfını oluşturmaya başlamışlardı. Kelime anlamı olarak şehirde yaşayanlar anlamına gelen burjuva da, burjuva sınıfını da yani burjuvazi böyle oluşmuştu. Böylece burjuvazi biriken sermayelerini, şehirde çalışmakta olan birçok zanaat ustasını bir araya getirip manifaktür kurarak, onların emeğini sömürerek çoğaltmakta kullandılar. Daha önce şehirdeki küçük atölyelerinde ‘lonca’ olarak örgütlenerek geçimlerini sağlayan zanaat ustaları böylece aralarındaki dayanışmayı terk ederek ya zengin olup diğer ustaları çalıştırmaya ya da diğer ustalarla birlikte burjuvanın sömürüsü altında çalışmaya başladılar. Bu sırada burjuvaların sermayelerinin artmasıyla rekabet edemeyen toprak sahipleri, çareyi topraklarını bu sermayeye açmakta buldu. Böylece toprak beyleri topraklarında çalışan emekçilerin hem angaryasından kurtulmuş oluyorlardı hem de kısa zamanda daha çok paraya sahip oluyorlardı. Böylece topraklarından atılan emekçilerin şehre gelmesiyle şehirdeki emekçi nüfusu artıyordu. Bu da burjuvalara manifaktürde çalışan emekçilere daha az ücret ödemelerini ve emeklerini daha da çok sömürmelerini sağlıyordu. Böylece burjuvazi  emekçilerin yarattıkları daha fazla “artı-değer” ile sermayelerini büyütmeye devam ettiler. Nitekim sermayelerini büyütmeye devam eden burjuvazini gözünü doğal olarak iktidara dikmişti. Çünkü toprak beylerinden oluşan dağınık ve düzensiz sistemler sermayesini daha da artırmasının önünde engeldi. Bunun için kendi iktidarını, kendi devlet biçimini ve toplumunu yani cumhuriyeti, ulusu, milleti yaratmaktı zorundaydı ve bu ancak devrim ile “Sosyal Devrim” ile mümkündü. Bu devrimlerin ilki 1648 yılında İngiltere’de gerçekleşmiş ve burjuvazi iktidara geçmişti. Fakat insanlığa damgasını vuran ve toprak beylerini bir daha dönmemek üzere tarihin çöplüğüne gönderen devrim 1789’da Fransa’da gerçekleşmiş ve burjuvazi iktidara gelmişti.

Zorunluluktan Özgürlüğe

Burjuvazi iktidara gelirken başta işçiler olmak üzere bütün ezilen kesimlere özgürlük, kardeşlik ve adalet vaat etmişti. Fakat bu vaatlerin gerçek olmadığı kısa sürede anlaşıldı. İşçi sınıfı üzerindeki baskı daha da arttı. Yaşamak için işçilerin çalışmak zorunda olması, kapitalistlerin birbirleriyle rekabet edebilmeleri için daha fazla kâr elde etme zorunluluğuyla birleşince ortaya insanlık tarihinde görülmemiş baskı, zulüm ve sömürü ortaya çıktı. Küçük yaşta çocuklar, hamile kadınlar çalıştırılmaya başlandı ve bunların birçoğu da çalışırken öldüler. Genç insanlar 16-18 saate varan çalışma sürelerinde çalıştırıldılar. Fakat bu böyle gitmedi. Özellikle İngiltere’de Çartist hareketle başlayan işçi sınıfı hareketi başta 8 saatlik çalışma süresi, daha sendikalaşma olmak üzere mücadelesiyle birçok kazanım elde etti. İşçi sınıfı hareketi İngiltere’den diğer Avrupa ülkelerine sıçradı. Bunun sonucunda işçi sınıfının ilk uluslar arası örgütü olan  Uluslararası İşçiler Derneği (I. Enternasyonal) 28 Eylül 1864’te Londra’da kuruldu. İşçi sınıfı, bununla da yetinmeyerek 1871’de Paris Komünü’nü kurarak iktidara geldi. 18 Mart 1871’de kuruluşunu ilan eden komün başta Fransa burjuvazisi olmak bütün Avrupa burjuvazisine korku salmıştı. Nitekim işçi sınıfının ilk iktidara deneyimi olan komün 73 gün dayanarak 28 Mayıs 1871’de son buldu. Fakat işçi sınıfının mücadelesi devam ediyordu. Bu dönemde Marx ve Engels’in teorik ve pratik katkılarıyla işçi sınıfı daha da güçlenmiş ve geçmiş deneyimlerden derslerini çıkarmıştı. Bu sırada kapitalistler sadece kendi ülkelerini değil, başta Afrika olmak üzere dünyanın kalan yerlerini sömürmek için bir yarışa başlamışlardı. İlk önce davranan İngiltere ve Fransa dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgesi altına almıştı. Bu iki ülkeye göre geç kalan Almanya ise bu paylaşım savaşında alabildiğini almaya çalışıyordu. Nitekim bu paylaşım savaşları daha büyük çapta bir savaşa, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na (1.Dünya Savaşı) neden oldu. Fakat bu savaş sırasında işçi sınıfı, kapitalistlerin paylaşım savaşına razı olmadığını göstererek Lenin önderliğinde 24 Ekim (miladi takvime göre 6 Kasım) 1917’de Rusya’da Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdi. Bu devrim başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilenlere, sömürülenlere ışık oldu. Bu ışık 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Hitler tarafından söndürülmeye çalışılsa da, işçi sınıfının büyük direnişiyle daha da güçlü bir şekilde ışıldamaya devam etti. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya halklar ayağa kalkarak sosyalizme yürümeye başladılar. 1949 yılında Mao’nun önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti kurularak Çin’de sosyalizmin inşasına başlandı. Ernesto Che Guevera ve Fidel Castro’nun önderliğinde Küba halkı 1 Ocak 1959’da devrimi gerçekleştirdi. Vietnam halkı da Ho Chi Minh önderliğinde 8 yıl Fransa’ya, 21 yıl ABD’ye karşı savaşarak Sosyalist Vietnam’a ulaştılar. Dünyanın diğer ülkeleri de sosyalizm ve devrim mücadelelerini sürdürerek insanca yaşanılabilir bir dünyanın, özgürlüğün mümkün olduğunu bütün insanlığa gösterdiler ve başta Küba, Venezuela’da olmak üzere göstermeye devam ediyorlar.

Tarih, toplumların savaşmasından, barışmasından, paylaşmasından, dayanışmasından, zulümlerinden oluşur. Kimi zaman savaş ve zulüm üstün gelse de, çoğu zaman barış, paylaşma ve dayanışma galip gelmiştir. Buz kırılmış, yol açılmıştır. Eşitlik, kardeşlik ve özgürlüğün hâkim olacağı bir dünya bizi beklemektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Guglielmo Carchedi’nin “Başka Bir Avrupa İçin” adlı eseri üzerine

5 Eylül 1938 tarihinde doğan Guglielmo Carchedi, Amsterdam Üniversitesi İktisat ve Ekonometri Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmış Marksist bir...