Dostluk kavramı, hakkında yazı yazmanın zor olduğu konulardan biri. Fakat hemen hemen her şeyin gerçekliğini ve “ciddiyetini” kaybettiği post-truth çağında dostluk kavramını tartışmak ve pratiğini sergilemek de hayati derecede önemli.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan, Feryal Saygılıgil’in
derlediği ve Sanat Kritik Yayıncılık’tan çıkan “Arkadaşlık Üzerine” kitabı üzerine
yapılan söyleşi[1] ve Metin
Çulhaoğlu’nun (kendisini saygıyla anıyorum) ““Dostluğun diyalektiği” olmalı mı?”
yazısı[2]
dostluk kavramı hakkında düşünmemiz için bizlere birer pencere açarak
cesaretlendiriyor.
Bu cesaretlendirmeden hareketle dostluğu Türk Dil
Kurumu’ndaki (TDK) tanımı ve Çulhaoğlu’nun yazısında bahsettiği Yalçın Küçük
anısı üzerinden tartışmaya çalışacağım.
Dostluk ve Diyalektik
TDK’ye göre dostluk “dost olma durumu”, dost ise “sevilen,
güvenilen, gönüldaş, iyi anlaşılan kimse; yâr, düşman karşıtı” demek.
Çulhaoğlu’nun anlatımına göre Yalçın Küçük, 1978’de Türkiye İşçi
Partisi (TİP) yönetimine karşı polemiklerinde Behice Boran için “dostluklarının
diyalektiği yok” demiş. Çulhaoğlu diyalektik yerine “sürekliliği” veya
“dinamiği” kelimesini kullanmayı tercih etmiş.
Dostluğu “sevilen, güvenilen, iyi anlaşılan” kişilerle
birlikte yaşama olarak, diyalektiği ise (en kaba haliyle) üç temel yasasıyla,
yani “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü, karşıtların iç içe
geçmesi, yadsımanın yadsınması” olarak düşünüyorum.
İlkin dostlarımızı diğer insanlardan ayırarak “dost”
niteliğine dönüştürenin güven duymayı ve iyi anlaşmayı sağlayan eylemlerin
sürekliliğinde ve çokluğunda olduğunu düşünüyorum. Güven duygusu, iyi
anlaşıldığını ortaya koyan ve birlikte yapılan eylemlerin sonucunda zamanla
“inşa edilmektedir”. Bu birlikte eylemler ne kadar sürekli ve çok sayıda olursa
dostluk da o kadar iyi temellere sahip olur.
Fakat dostlarla her zaman iyi anlaşmak mümkün değildir ve
güven sadece iyi anlaşılan eylemlerle inşa edilemez. “Dost acı söyler” düsturundan
yola çıkarak dostların her zaman iyi anlaşamayacağını, hatta zıt ve ayrı
fikirlerde olabileceğini söyleyebiliriz. Bu farklı söylemler ve eylemler
sonucunda dostluk ilişkisi devam ettirildiği taktirde duyulan güven duygusunun
da derinleşebileceğini öngörebiliriz. Bu derinleşme aynı zamanda dostluğun
temellerini “iyi”den “sağlam”a dönüştürebilir.
Ve bu “sağlam” temellere sahip dostluk hâli, bireylerin
kendileri kadar dostlarında da kendileri olmalarıyla, tabir-i caizse
yadsınmanın yadsınmasıyla zirve noktasına ulaşabilir. Bu nokta bireylerin
arasındaki hırs, kibir, iddia vb. gibi birbirlerini öteleyen (kimi zaman da düşmanlaştıran)
davranışların olabildiğince azaldığı, bireylerin birbirlerini içererek
aştıkları ve kendilerini gerçekleştirdikleri bir sürecin (“devrim” de
diyebiliriz sanki!) başlangıcıdır.
Dolayısıyla gerçek ve sağlam temellere sahip bir dostluğun
diyalektiğe sahip olduğunu iddia edebiliriz. Yalçın Küçük’ün söylediği bağlamda
politik bir dostluğun (ya da yoldaşlığın) diyalektiği olabilir mi sorusuna
gelince, bunun da asgari bir diyalektiğe sahip olması gerektiğini ileri
sürebiliriz. Fakat her politik dostluk ya da yoldaşlık böyle olmak zorunda mı?
Entelektüel “itibarına”, milletvekilliği veya başkanlık koltuğuna, “şeflik” otoritesine sahip olmayı değil de toplumu ve dünyayı değiştirmeyi sahici bir şekilde istiyorsa, evet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder